12 Eylül askeri darbesinin iç yüzünü ülkede 7’den 70’e herkes duymuştur. Çekilen acılar, yaşanan entrikalar ülkenin her yerinde kendini göstermişti. O yılları yaşayan biri olarak yaşadıklarımı böyle bir günde anlatmak istedim.

12 Eylül günü Antalya’dan Diyarbakır’a annemlere gitmiş ve Antalya’ya geri dönüyorduk. Biz Adana’ya vardığımızda, radyodan çalınan marşlarla uyandık. Zaten yolda iken ülkede bir şeylerin olduğunu gelip giden askeri araçlardan fark etmiştik. Antalya’ya vardığımızda saat 8-9 sıralarıydı. Sabahın erken saatinde öğlene kadar bizi bu günkü Mark Antalya’nın bulunduğu yerdeki eski otogarda bir astsubay ve eli silahlı birkaç asker karşıladı. Tek tek valizler arandı ve bizler tepeden tırnağa kadar didik didik edildik. Nereden gelip, nereye hangi adrese niçin gittiğimiz sorgulandı. İşte tam bu esnada astsubay birden Akdeniz Seyahat’in yol üzerindeki ofisine doğru hızlı adımlarla koşarcasına yürüdü. Askerler ve karakol (şarampol karakolu) baş komiseriyle tartışıyorlardı. Birden 2 pırpırlı astsubayın tokatları baş komiserin yüzünde patladı ve sesi yankı yaptı. Şapkası yere düşmüştü baş komiserin. Küfürlerle ‘O…çocuğu sizin devriniz geçti oğlum’ diye hakaret ediyordu. Gözü yaşlı yüzü kan çanağına dönen komiser, Muratpaşa Cami istikametine doğru başı önde, hızlı adımlarla gözden kayboldu.

Biz kısa bir süre sonra Kale Demre’ye yerleştik. Ben bir fotoğraf stüdyosu açmış, Hürriyet muhabirliğini buradan yürütüyordum. Bir süre sonra hastalandım. Amansız hastalığıma çare bulunamıyor, günden güne mum gibi eriyordum. Yine böyle bir zamanda acilen otobüsle Antalya’ya geliyorduk. Tam liman girişinde bu günkü Sarısu mevkiinde Jandarmalar otobüsü durdurdu. Askerler ellerinde silahları içeri girerek “herkes kafa kağıdını çıkarsın elinde beklesin’’ şeklinde komut verdiler. Önümüzde 4 turist oturuyordu. Saint Nikolas yani Noel Baba Kilisesi’ni Demre’de ziyaret ederek Antalya’ya, belki de ülkelerine döneceklerdi. Jandarma kafa kağıdın nerede diye turistlere bağırdı. Korkuyorlardı. Hepsi kıpkırmızı kesilmişti. Ellerinde pasaport vardı. Ama asker illa da kafa kağıdı istiyordu. Kafa kağıdının ne olduğunu bilmeyen turist sağa sola bakarak anlamaya çalışıyorlardı. Birden asker turistin omuzuna olanca hızıyla dipçikle vurarak ‘Elindekini g…. sok. Kafa kağıdını görelim’’ diye bağırdı. Ben turist olduklarını ve pasaportların uluslararası kimlik yerine geçtiğini söyleyince, bir dipçiği de ben hasta halimle yedim. Elimden kimliğimi alarak baktı, baktı ve silahı bana doğrultarak ‘yakaladım seni pis anarşist’ diyerek, elimi başımın üstüne koyup arabadan beni indirdiler. Arabaya yaslayarak önce arama yaptılar, sonra tekmeleyerek ardı ardına nereden gelip, nereye gittiğimi hangi örgütten olduğumu soruyorlardı. Başlarında da bir astsubay vardı. Otobüs şoförü Hayri arkadaşımdı. Otobüsten inip eşimin Kaş, Demreli olduğunu ailesini tanıdığını ve benim eşim olduğunu Demre’de fotoğrafçılık yaptığımı söyleyince onun kefaletiyle serbest kalarak yola devam ettik. O ana kadar yediğim tekme, tokat, küfür çok canımı yakmıştı.

Antalya’da uzun bir arayıştan sonra Devlet Hastanesinde sıtma teşhisi kondu ve kısa zamanda iyileştim. Daha sonraki yıllarda Hasan Subaşı Belediye Başkanı olunca, Deniz Kıyı Kanunu’nu konuşurken 12 Eylül döneminde bazı paşaların Antalya’ya çöreklendiklerini, Lara sahil bandını adeta talan ettiklerini, ancak kurtarabildikleri kadar yeri kurtarmaya çalıştıklarını öğrendim.

Evet bunlar vicdansızdı, insan hakları diye hiçbir şey tanımadıkları gibi de talancıydı.

İşte böyle bir şeydir ihtilal…

İhtilal nerden gelirse gelsin korkunçtur…

Demokrasiyi yok eder…

İnsan hakları diye bir şey bırakmaz…

Ölümler…

Mapuslar. . .

Talanlar ve acılar başlar…

En kötü parlamenter rejim, en iyi ihtilale tercihimdir….