Atlar kişner, kağnılar gıcırdar. Oklar, kargılar şakırdar. Yiğitler, delikanlılar bağırır, öküzler böğürür. Köpekler havlar…Kar yağar rüzgâr savurur tipi etrafı sarmış, göz gözü görmez…Koşan, düşen, bağrışan, gülüşen kadın, erkek, genç, ihtiyar birbirine girmiş. Telaş, çığlık yeri göğü çınlatıyor. Ordu, ordu cihan cihan insan kümeleri yekdiğerini itip kakıyor birbirine girip çıkıyordu. Gök kubbesi yaradılalı böyle bir kargaşa, böyle bir mahşer görülmemişti. Gel! Git! Dur! As! Kes! Yak! Yık! Sür! gibi bir heceli sert, korkunç, kesin emirler havada gürlüyor. Her kafilenin önünde iri inekler, öküzler, yüklü kısraklar, taylar, sevimli kuzular, köpekler. Onların arkasında kızlar, çocuklar daha sonra da yanlarında yayları, bellerinde okları, ellerinde kamçıları kısa boylu hırçın, çevik atlarına binmiş yiğitler terkilerine kadınlarını, gönüldaşlarını almışlar seğirtip, haykırıyorlardı. Bu hengâmenin karşısında uçmasını şaşıran karları darmadağın ediyorlar, uzaklarda uçuşan, kaçışan seğirten iri kuşları, beyaz ayıları, aç kurtları ürkütüyorlardı. Şimdi her ağulun uluları, başbuğları bulmuşlar, bir kurultay kurmuşlardı. Evet, bu ihtâr Tanrı’dan geliyordu. Zaten bozkırlar senenin sekiz ayı karlar, buzlar altında kalmıyor mu? Onlara çiçek yüzü, yeşillik rengi gösteriyor mu? Onların bahçeleri gök, çiçekleri yıldız olmuyor mu? Lakin bu yetişir mi? Buralarda yer pek, gök ıraktır. Tanrının bu emri belki onları kurtarmak içindi. fakat ne tarafa göçeceklerdi. Bu suretle Oğuz Han’la beraber atalar, analar, bozkırlarda, yurtlarında kaldılar. Ağalar, gençler yola düzüldüler. Altın Ordu’nun göçmesi yıllar sürdü. Her başbuğ ağulunu arkasına almış yasağını dinletiyor. Gelecek hakkında umutlar besliyordu. Hanlardan kimileri İran’ın hazinelerine, baygın bakışlı, kumral saçlı dilberlerine kimi Arap’ların saltanatına, iri gözlü, uzun kirpikli sevgililerine kimi Batı’nın eğlencelerine, ak tenli ince belli güzellerine kavuşmak istiyor, kullarına o yolda nasihatlar veriyordu. Yolda hanlardan bir kısmı ecelleriyle ölüyor, Dağ Han’ın yerine Altın Han, Deniz Han’ın yerine Kaya Han geçiyordu. Karanlık, yağmurlu, fırtınalı bir gece Ural dağları eteklerinde Ay Han ve Yıldız Han maiyetindeki ağulların yoldaşları yollarını kaybettiler. Doğuya doğru giderken güneye ve Kuzgun Denizi sahiline geldiler ve gölün kıyısını tutarak Türkistan’a doğru indiler. Artık Altın Ordu’dan ayrılmışlardı. Buralarda çata, çarpışa, saldıra, dövüşe etrafı kapladılar. Hindistan’a döndüler, İran’a girdiler, Kafkasya’ya çıktılar, Irak tarafına, Arabistan’a yayıldılar. Amir oldular. Emrettiler. Rast geldikleri boyunları eğdiler. Kolları büktüler. Durmuş yürekleri çarptırdılar. Soğumuş kanları kzdırdılar. Bükülmüş belleri doğrulttular insanlara büyüklük nedir anlattılar, şan nedir tattırdılar, hayat nedir öğrettiler. Diğer taraftan Altın Ordu durmayıp ilerliyordu. Rusya’nın güneyini, kuzeyini, Kırım’ı, Finlandiya’yı, Laponya’yı kaplıyordu. Gün Han kumandasında bir kısım Bulgarlar ayrıldılar. Dobruca ovasından aşağı Balkan Dağları’nın eteklerine sarıldılar. Koyunlarını saldılar, buralarda kaldılar. Çelik Han kumandasındaki Macarlar ve Hunlar, Karput tepelerinin etrafında durdular. İlk yurtlarında bozkırlarda pek az gördükleri bu yeşil yaylaları, berrak dereleri sevdiler. Çadırlarını kurdular. Atlarını ürettiler. Ordunun son kısmı Cermanya, Gol ülkelerine kadar sokuldular. Ruhlarından, ateşlerinden, kuvvetlerinden oralardaki kansız, cansız insanlara ruh, ateş, kuvvet aşıladılar ve böylece bugünkü canlı, ateşli, kuvvetli insanlık meydana çıktı. Meydana çıktı, fakat bunlar da kardeş olduklarını unutuverdiler. Öyle ki yekdiğerine saldırmaya, birbirisinin vücudunu dünyadan kaldırmaya başladılar. Acaba bunlar bir gün olup da damarlarında hâlâ, kımız ile beslenen atalarının kanının var olduğunu ve dedelerinin, torunlarının hâlâ Türkistan ovalarında, Sibirya çöllerinde, Ural eteklerinde sefil ve kimsesiz süründüklerini anlamayacaklar mı? Anlaşamayacaklar mı? Yoksa gafil, cahil birbirlerini yiyip gidecekler mi?