Bugün günlerden cumartesi. Aralık ayının tüm soğukluğu ile baş başa sahilde bir bankta oturuyorum. Saat kaç bilmiyorum ama güneş yerini yavaş yavaş terk etmeye başladığına göre akşamüstü olabilir. Öylece denize bakıyor ve nerede hata yaptığımı düşünüyorum. İnsan aşık olunca kör mü oluyor? Bizler neden bir başkasını bu kadar yüceltip kendimizi ayaklar altına alıyoruz? İki çift göz, sırma kaşlar ya da kirpikler mi düşürüyor bizi bu hale? Cemal Süreyya’ ya bu şiirleri yazdıran da aynı güç mü? Bilmiyorum… Tek bildiğim ihanetin girdiği yeri delip geçtiği. Sanki lanet olasının elinde bir G-3 tüfeği var ve merminin girdiği kalbe çıkarken kocaman bir delik açıyor. Yeni sayfaya geçtim ve hala yazıyorum. Hayır, amacım Dostoyevski olmak değil, sadece anlamak. Kızgınım. Evet hem de fazlasıyla öfkeli ve bir o kadar da acımasızım. Bana acımayan bir sevgilinin ardında bıraktığı, çökmüş, yıkılmış, paramparça olmuş enkaz yığınıyım. Kurtaramazlar beni. O kadar dibe battım ki göremezler. O kadar yalana bulandım ki duyamazlar. O kadar kavgalıyım ki aşkla, susturamazlar. Ne leyla umurumda ne de uğruna delinen dağlar. Aşk, ayakta bir sarhoşluk hali. Ve ben ayakta dahi duramıyorum. Bağırmak istiyorum, susuyorum. Sövmek istiyorum, kusuyorum. Hayır, alkolden değil, ihanetten. Hem de öyle kusuyorum ki, içim dışıma çıkıyor. Gözlerimi söküp atmak istiyorum martılara. Sonra, sonrası yalnızlık. Oysa düne kadar bambaşkaydı her şey. Sen ve ben, biz, dünyayı yakabilirdik. Yüreği buz tutmuş kim varsa içine bir tutam aşk sokabilirdik. Kim varsa nefret eden sevmekten, inandırabilirdik. Sen ve ben Arya, biz, dokunabilirdik, öğretebilirdik onlara aşkın varlığını, duyurabilirdik sesimizi. Oysa ne güzeldik be Arya. Sen mis kokan papatya, sen uğruna şiirler yazdığım manolya, sen cebimdeki bozukluğum, tren param, çocukluğum, ilk aşkım, ilk ağlayışım, ilk bağırışım. (ALINTI)