İsterseniz, bu kez bir soruyla başlayalım yazmaya. Soru şu: İnsanlar niçin yazarlar?

Bir sürü cevap yazmak mümkün! İşte hemen birkaçı: Bilgileri kalıcı kılmak için ve saklamak için. Duygularını dillendirmek için. Okuyup öğrendiklerini, duyduklarını tanıdık tanımadık diğer insanlarla paylaşmak için. Kendince öğrendiği iyi, kötü ve yanlışlarla doğruları başkalarına aktarmak için. Cevap hakkını kullanmak için. Sanat yapıtı oluşturmak için. Deneyimlerinin unutmamak için. Yazmayı teşvik için…

Bu, uzar gider böyle.

Okuyucuları, izleyicileri, seyircileri hayaller aleminde gezdirip sürükleyen sanat eserlerinin hiç biri emek ya da çaba harcamaksızın elde edilemez. Yazar, Şair, Ressam, Film ve Tiyatro sanatçıları, Baletler ve Balerinler, Heykeltraşlar, Mimarlar, Hat sanatkarları, Rölyefçiler, Saz ve ses sanatkarları, Oymacılar, Süslemeciler, vs.ler, vs ler, tolumda mutlu olmaya dair bir istek, bir eğilim, bir ihtiyaç olduğunu hissettikleri anda kendiliğinden harekete geçerler ve hemen en kısa zamanda eserlerini meydana getirirler. Bu onlar için bir sorumluluktur. Hiç kimseden o işi yapmak için emir almazlar. Onlar o işi kendi kendilerine emrederek yaparlar. Nichetze nin üst insan dediği işte tam da budur.

Bıkıncaya, bıktırıncaya kadar tekrarlar, tekrarlar, tekrarlar. Arayışlar, buluşlar, oturtuşlar. Bir şarkı için Zeki Müren’in bir sabah başlayıp ertesi günün sabahına kadar aynı şarkıyı çalıştığını söylersem ne demek istediğimi belki bir nebze olsun anlarsınız.

Bilmem bilenleriniz var mıdır? Bir serçe hikayesi vardır Pertev Naili Boratav hocamızın “ Az gittik Uz gittik” adlı masal derlemelerinde yazılıdır:

Kınalı Serçe

“ Göğsü kınalı serçe kuşu vardır, ufacık… Gök gürleyince yere yatar da ayaklarını havaya kaldırırmış.

Neden yapıyorsun böyle? diye, sormuşlar.

Bu kadar mahlukat var yerde. Olur da gök yıkılıverirse dayak olmak için ayaklarımı kaldırıyorum demiş.

Böyle dermiş, bir yandan da titrermiş gök gürlerken.

Korkumdan dermiş kırk kantar yağım eriyor her gök gürlediğinde.

Be demişler, senin kendin yoksun beş dirhem. Nereden oluyor da kırk kantar yağın eriyor?

Aaa! Her alemin kendisine göre dirhemi, kantarı var demiş Kınalı Serçe’cik. Siz ne anlarsınız?

İflah olmaz sandığımız yeni neslin duygularını anlayabilmek için onların yüreklerinin yağlarını ve dirhemleriyle, kantarlarını öğrenmek için birazcık gözlemlemek yeterlidir. Bu gençlerin reklam kokusu olmayan, alkış beklemeyen ve en önemlisi çıkarsız aşklarını görmek hiç te zor değildir.

İnsan üstü ve insanlar için bir üretidir sanat. Enerji, dikkat, çaba, sabır, bilgi ve sermaye isteyen, dahası kendi kendisine emir verip bir askerden bile çok daha disiplinli olmayı bir arada ister. Başarıyı ayrıntılarda yakalayabilmek her babayiğit’ in harcı değildir. Bir yalnızlık aleminde sanki bir çatı katında sevdiklerinin yüreklerini arayıp durmadır, bıkmadan usanmadan.

Sanatçılar hemen hemen herkesle, çok çabuk dost olup, yine hemencecik küsüvermelerinin arkasında bu yaratma, üretme sancıları yatmaktadır.

Sanatçı her şeyden sorumluluk duyarak yaşar. Teröre karşı ülke dinamiyle karşı konulduğu özel ve önemli günlerde devletin polisiye kararlarıyla özgürlükleri, İnsan haklarını kısıtlayanlara sivil itaatsizliklerle tepki vermelerinin nedeni kendisinden çok içinde yaşadıkları toplumu düşünmelerindendir.

Sanatçı özgüveni ve bilge kişiliyle aydın, toplumu tanıyan, olaylara yaklaşımında ülke sever, diğer sanat ve bilim insanlarını koruyup, kavrayıp teşvik eden ülke kültür ve sanatının gelişmesine durmaksızın katkıda bulunan bir nevi gönüllüdür.

Bir konuşmasında şöyle diyor Rahmetli Necati Cumalı:

“Ben Şairim. Her kelimeyi, mısralarımdaki, cümlemdeki her sözcüğü, noktalamaları düşünüp, düşünüp öyle yazarım. Bu nedenle hiçbir sorumluluk duymadan okuyup geçmeyin yazdıklarımı. Ya da keyfinize göre değiştirmeyin onları. Okurken benim düşündüklerimi anlamaya çalışın Yoksa yazıktır yazılarıma, emeklerime…”

Farklılık denilen şeyin veya Atatürk’ümüzün söylediği: “Sanatçı ışığı alının da ilk hissedendir.” Sözünün kaynakları da bunlardır.

Yine Atatürk’ümüzün söylediği: “Her şey olabilirsiniz, Milletvekili, Bakan, Başbakan, hatta Cumhurbaşkanı dahi olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.” Sözünü hiç ama hiç unutmayalım.

Gençlerimizin neredeyse hiç bilmediği aşık İhsani’den günümüzü de kavrayıveren iki dörtlük okuyuverelim mi?

“Odun kırıcıydı, adı İlyas’tı

Yanaştım yanına, yüzünü astı

“İşin nasıl?” dedim bir küfür bastı

Arkasından baltasını biledi.

Dedim “gidiş?” dedi, “Onlara göre.”

Dedim “Kötü mü ki?” dedi, “Bin kere.”

Dedim “Hak Adalet”, “Tuuuu” dedi, yere

Arkasından baltasını biledi.”