Sonbaharın Ekim ayıydı sanırım. Sabahları soğuk olurdu Diyarbakır’da. Kışları ise sokakta su birikintileri don tutar buz kesilirdi. Toprak donardı.

Ben Sabahın erken saatinde boya sandığını alıp yola çıktım. Niyetim yeni yapılan boyacı sandığımı Ali’ye göstermek ve boyacılık yaparken para kazanmaktı.

12 yaşındaydım. Öğlen okula gidiyordum, sabahtan öğlene kadar çalışmak istiyordum. Ben kendimi bildim bileli hep çalışırım. Çalışmayı severim. Bunu bilen babam önümü açar, bu konuda bana yardımcı olurdu. Ayakkabı boyacılığı yapmak istediğimi söyleyip ısrar edince, babam da arkadaşı olan marangoza o büyük tunç kaplama ayakkabı boyasının minyatürünü bana yaptırmıştı. Boya şişelerimin kapakları yine sarı tunçla kaplıydı. Altın gibi parlıyordu.

Boya sandığını sırtladığım gibi Alilerin Yenice kahvesine gittim. Ali Maruf Koleji’ne gidiyordu. Bu kolejin tüm dersleri İngilizceydi. Türkçe konuşmak yasaktı. Bu okulda Ali anlatmıştı bana. O da ilk kez hazırlığa gidecekti heyecanlıydı.

Babası kahvenin sahibiydi. Yan tarafta da oto garajı vardı. Bu garajdan ilçelere dolmuş kalkardı ve bu garaja gelir sıraya girerdi.

Ali sabah sabah bana çay ikram etmek için ocağa gitti. Boyu yetişemediği için ayaklarının altına gazoz sandıklarını üst üste koydu ve ancak öyle çay doldurabildi.

Karşılıklı çay içerek okul saatine kadar sohbet ettik. Ben arada bir kahveyi dolanır, boyacııııı diye bağırırdım.

Kahveye sabah sabah faytoncular ve at arabacıları ile çay tiryakileri gelirdi. Bir de Melik Ahmet Cami’ye sabah namazından çıkan esnaf çay içmeye gelirdi. Kahve Urfa kapı ile Melik Ahmet çarşısının tam orta sınırındaydı.

Aradan yıllar geçti. Ben Liseye başladım. Diyarbakır Lisesi’ne Ali’de kolejden ayrılmış devlet okuluna gelmişti. Ayrı sınıflardaydık. Evlerimiz kent merkezinden şehitlik mahallesine taşınmıştı. Aramıza Muzaffer Çete de katılmıştı. Üçümüz mahalle çocuğu ayrılmaz üçlüydük.

Kız arkadaşlarımız da aynı okuldandı. Benim kız arkadaşım Ermeni idi. Ali’nin kız arkadaşı da Süryani.

Bizim sınıfta 14 Hristiyan çocuk vardı. Ama hangisi Ermeni, hangisi Süryani çok umurumuzda değildi. Biz kardeştik, arkadaştık, dosttuk. Şimdiki gibi Ermeni demek küfür demek değildi. Nedense bu son günlerde moda oldu. Siyasetçiler, basın yoluyla halka empoze ettiler, ötekileştirdiler. Mahallemizde Alevi de çoktu. Bu aylarda Aşure yaparlardı. Ben cevizlisini severdim…

Ben İstanbul’a yerleştim. Ali ve Muzo da geldi, daha sonra mahalle ve okul arkadaşımız Nail’de aramıza katıldı. Aynı evde yaşamaya başladık. Ali çalışmayı pek sevmezdi bir işte en fazla birkaç gün çalışırdı. Muzo cimriydi, sürekli bizden para saklardı. Onun hakkından ancak Ali gelirdi. Gizlice cüzdanından Ali bir gün parasına el koydu. Gittik şarap ve kelle aldık, Muzaffere de malın gibi ye dedik. Muzaffer ertesi gün kız arkadaşıyla buluşmaya gittiğinde cüzdanda parasının olmadığını görüp ağlayacak duruma gelmişti. 2 gün o uyuduktan sonra eve geliyor, erkenden de evden çıkıyorduk.

Ben yıllar sonra Antalya ya geldim. Ali de geldi. İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi’nin öğrencisiydi. Ünlü TARİŞ baskınından sonra kan gövdeyi götürünce tutuklamalar olunca Ali de okulu bırakıp yanıma geldi.

Ali Antalyalı oldu ve yerleşti. Antalya’da iş ve eş sahibi olup güzel bir yuva kurdu. Yüreği gençti. Hayata sımsıkı sarılmış yaşamayı seviyordu, Taaa ki o hain, vicdansız melanetin gelip ciğerlerine sarıldığı güne kadar. O da gelişini bilmedi.

Anlamadı…

Bir gece ansızın istemeye istemeye hain melanet KANSERE yenik düştü…

Bingöl’e, Ata toprağına götürüldü Ali…

Kolay kolay yenilmezdi aslında ama kalleşliğe yenildi…

Benden habersiz, selamsız hatırsız gitti..

3 arkadaştık…

3 ahbap çavuş misali…

Didişirdik, takışırdık ama biz çocuktuk, biz gençtik, biz baba olduk, hatta dede olduk.

Hiç büyümedik…

Hep çocuk kaldık…

Güle Güle Zaza Ali…

Yolun açık, ışıklarla aydınlansın…

Erken gittin diye üzülme, bekle dostum bekle…

Bizi bekle…