Her kuytusunda başka başka kötülüklerin tetikte beklediği bu kulede yükseldikçe, detayları iç içe geçen aşağıdaki manzaranın donuk güzelliği daha da artıyordu rengi maviye çalan bir pusa karışmış yeryüzü durgun bir denizi, bulutların arasından sızan akşamüstü ışığıyla zirveleri parlayan dağ sıraları ıslak kayaları, etobur ormanların koyu yeşilliği yosun kaplı kıyıları ve altımızda sürüklenen küçük beyaz bulut kümeleri, köpüren dalgaları andırıyordu. Bu yüksekliklere uyum sağlamış olan ve şimdi kule duvarları ile yol kenarlarında tek tük görülmeye başlayan sivri yapraklı bitkilerin esnek dalları yola doğru art arda atılarak, çıkardığımız seslere tepki veriyordu. Şahset kendine doğru hızla uzanan bu dallardan birini, tam zamanında savurduğu kılıcıyla biçtikten sonra Erdinç’e döndü ve “Dikkat et de yüzünün diğer yarısını da bu şeylere kaptırma.” dedi. Larvalarını bırakmak için uygun bir yer bakınan iri bir sinek, içi boş göz çukurunun önünde gezinirken Erdinç onu tek eliyle havada yakalayıp avucunun içinde ufaladı ve “Bir gözümü kaybetmiş olsam da sezgilerim ve reflekslerim hala çelik gibi sağlam.” dedi. Az sonra yol kenarlarında, uçlarına kurukafalar geçirilmiş dikili sırıkları görmeye başladığımızda barakların bölgesine girdiğimizi anladık. Zehirli okları ve sapkın inançlarıyla tanınan bu kabile zaman zaman kulenin alt kısımlarına inerek ilkelleri avlardı ve onların derilerinden diktikleri kıyafetler giyerdi. Kemik çakılarla yüzlerine birtakım desenler ve işlemeler oyarlardı. Erkekleri ne kadar iğrenç görünümlüyse kadınları da bir o kadar güzeldi. Kutsal sandığı kulenin tepesine ulaştırmaya çalışan bizden öncekilerin başına defalarca bela olmuşlardı. Ele geçirdikleri kişileri köylerine götürüp bir mağaraya yerleştirirlerdi ve bu misafirlerinin boyunlarına kafataslarından yapılmış bir kolye geçirirlerdi. Kolyeler altı adet kafatasından oluşurdu ve her gün kolyeden bir kafatası eksiltilirdi. Esirlere en taze etler yedirilir ve en nadide içkiler içirilirdi. Ayrıca bu mahkumların mağaraları, köyün en güzel kadınlarına ziyaret ettirilirdi. Esirler kendilerine tanınan süre boyunca, iki vahşinin nezaretinde köyde istediği gibi dolaşırdı. Kolyedeki son kafatasının da çıkarılacağı gün gelip çattığında esirler büyük bir ateşin yandığı ve tüm kabilenin toplandığı köy meydanına getirilirdi. Yanan ateşin alevleri azaldıktan sonra, esir bir sırığa sıkıca bağlanıp, közün üzerinde çevrilirdi. Ölüm uzun ve acı verici bir şekilde gerçekleşirdi. İyice kızardığına kanaat getirilen et küçük parçalara kesilerek, ateşin etrafında toplanmış olan tüm kabile üyelerine eşit miktarda paylaştırılırdı. Buradaki amaç besin ihtiyacını gidermekten ziyade batıl bir inanışın gereğini yerine getirmekti. Mideye indirilmemiş bir düşman cesedi, intikam ateşiyle yanıp tutuşan inatçı bir ruh demekti. Kabile düşman etini paylaşarak, elde ettikleri başarının onurunu da paylaşmış olurdu. Ayrıca yiyen kişinin, yenilenin sahip olduğu güçlere sahip olacağına da inanılırdı. Ceset tamamıyla tüketildiği için intikamcı ruh da yok olup giderdi. Hava iyiden iyiye soğumuştu ve artan rüzgar siyah renkli karları serpiştirmeye başlamıştı. Kuleye tırmandıkça yoğunlaşan şeytani güçlerin etkileri artık açıkça hissedilebiliyordu. Kulaklarımızın tıkanması ve burunlarımızın kanaması bizim için en açık tehditti, ama dahası da vardı: Nefes almakta güçlük çekmeye başlamıştık. Mide bulantısı ve baş ağrısı da bu şeytani güçlerin diğer etkileriydi. Güngör “Sandığı kontrol etmeliyim.” diyerek arabacı Turan’ın yanından kalkıp arabanın kasasına atladı ve ilahiler okuyarak kutsal sandığın altın kapaklarını açtı. Büyücülerimizin binlerce yıldır yaptığı gibi, sandığın içindeki hidrojen bombasını kontrol etti. Güngör yedi yaşından beri bombanın bakımına hizmet ediyordu. Daha kıdemli büyücülerimiz bu görev için onu uygun görmüşlerdi, çünkü kendileri böyle zorlu bir yolculuğu tamamlayamayacak kadar hastaydı. Büyücülükle uğraşmanın böyle olumsuz etkileri vardı. Başta uranyum ve trityum olmak üzere bazı büyü malzemeleri radyoaktivite denilen tehlikeli ruhları içlerinde barındırırdı ve bu ruhlar etkileşime girdikleri kişileri zamanla hasta ederdi. Bu yüzden hiçbir büyücü uzun yıllar yaşayamazdı. Radyoaktif ruhlar diğer büyücüler gibi, Güngör’ün üzerinde de etkilerini açıkça göstermeye başlamışlardı: Dişleri ve tırnakları döküleli çok olmuştu, incelip kızarmış derisi sık sık çatlayıp kanıyordu, öksürürken ağzından kan geliyordu ve tüm büyücüler gibi Güngör de dökülmüş saçlarını gizlemek için cübbesinin kapüşonunu olmayan kaşlarına kadar indirirdi. “Kalkanlar!” diye bağırdı Şahset, çünkü yamaçlardan atılan binlerce ok, tıpkı kara bir bulut gibi, hızla üzerimize iniyordu. (alıntı)