Güneş tepede henüz kendini belli etmemişti. Uyuyan askerlerin çoğu tatlı bir rüyanın içinde dolaşıyorlardı. Kırk beş askerin bulunduğu koğuştakilerin  yirmi beşi RDM diye tanımlanan gruptandı. Psikolojik tedaviye ihtiyacı olan, silah tutamayacak kadar akıl sağlıkları bozuk olanlar. RDM ler sadece garaj nöbeti tutuyor, onunda çoğunda uyuyorlardı. Altmış beş metrekarelik koğuşta yirmi üç ranza vardı ve biri hariç hepsinin üstü ve altı doluydu. Sadece tek bir ranzanın üst katı boştu. Altında yatan tek pırpırı olan onbaşı bugüne hiç uyanmak istemiyordu. Sadece uyumak ve güneşin hiç doğmamasını hayal ediyordu. Yastığa başını gömmüş uyuyor gibi yapıyor ama uyumuyordu. Düşünüyordu. Düşüncelerini bölen çavuşun dolaplara vurduğu kasaturanın sesiydi. Diğerleri de duymuştu. Çıkan gürültüyle uyanan askerler kendini açmaya çalışırken, onbaşı ranzasında doğruldu. Giyinmeye ihtiyacı yoktu. Sadece çıkardığı postallarını giydi, iplerini bağladı. Çünkü üç beş nöbetinden gelmişti ve sadece yirmi dakika kadar önce uzandığı ranzadan hiç uzanmamış gibi kalktı. Çavuş kasaturadan vazgeçmiş artık sesiyle gürültü çıkarıyordu ‘’Hadi kalkın beyler. Annenizle vedalaşın. İçtima vakti. Herkes on beş dakika sonra aşağıda olacak’’ dedi. Onbaşı yatağını toplayıp, tuvaletlerde tıraş olduktan sonra aşağıya indi. Herkes çoktan sıraya girmiş, sayılmışlar ve  bölük komutanının gelmesini bekliyorlardı. Duvarları yosun tutmuş bölüğün önündeki küçük meydan da tek bir izmarit dahi yoktu. Çünkü on dakika önce hepsi toplanmış ve çöpün içine atılmışlardı. Buna mıntıka temizliği deniliyordu. Her sabah en az sı..mak kadar doğal bir eylem haline gelen mıntıka. Çavuş saatine baktı. Bölük komutanının gelmesine daha on beş dakika vardı. Bir sigara yaktı. Onu gören askerlerde birer sigara yaktılar. Çavuş’un yanına hızlıca gelenin adı Ali İhsan’dı. Evet anlamında başını salladı Çavuş ama konuşmadı. Konuşmak yerine sigarasından yükselen dumana baktı. On beş aylık askerliğinin on üçüncü ayında olan Çavuş artık oraya götürdüklerinin sayısını unutmuştu. Artık saymıyordu. Umursamıyordu. Tek umursadığı kalan günlerini tamamlayıp memleketine dönmek ve Hacer ile evlenmekti. Ali İhsan’da umursamıyordu. Sadece laf olsun diye sormuştu. Geçen uzun zaman içinde açacak muhabbetlerin sayısı azaldığı için en yeni gündem maddesi konuşulurdu. Yirmi metre kadar yürüdüler. Bölüğün deposundan içeri girdiler. Hanefi sandalye çekip oturdu. Bir sigara yaktı. Bir tanede onbaşıya uzattı. Yaktılar. Beş metrekarelik depo duman altı olmuştu. Sessizce bekleyişleri sigaraların bitmesiyle son buldu. Hanefi bakışlarını onbaşıya sabitlemiş öylece duruyordu. Onbaşı bilmiyordu. Kendisiyle aynı yaşta oğlu olan Hanefi’nin kendi elleriyle onu teslim edeceği yerin berbat olacağını, bilmiyordu. Oğluyla aynı adı taşıması bir yana, oğluna bu kadar fazla benzediğinden ötürü Hanefi’nin içindeki hüznünü bilmiyordu. Yirmi beş senelik meslek hayatında ceza evine götürdüğü hiçbir asker için tek duygu hissetmeyen Hanefi, onbaşıya baktıkça üzülüyordu. Belki de bıkmıştı artık. Emekliliğine çok az kalmıştı. Yorgundu Hanefi. Yüz yıllık çınarlar kadar, yorgun. Onbaşı gerçekten anlamamıştı. Ama o güne kadar cezaevine hiç girmemişti ve bilmesi olanaksızdı. Onbaşı bilmiyordu. İpler yasaktı çünkü kendini boğma ihtimalini ortadan kaldırmak için yasaklanmıştı. Artan baskılar sonucu kendini asabileceğinden korkan yönetmelik böyle bir önlem almıştı. Onbaşı anlamasa da emiri yerine getirdi. İlk baş postallarındaki ipleri söktü. Sonra palaskasını çıkarıp Hanefi’ye verdi. Kendisi için çok değerli bir hediyeyi bir başkasına verir gibi. Yavaş ve isteksizce. Depodan çıkıp cezaevinin bozuk yoluna vardılar. Hanefi uzman önde onbaşı arkada, güneşte tepelerinden geliyordu. Normal bir insanı bile bayıltabilecek kadar sıcak olan kent, şimdi onbaşı için cehennemden farksızdı. Ayakları ilerliyor fakat aklı duruyor gibiydi. Yüzünde oynayan tek bir kas bile yoktu. Sonra saçma bir sessizlik daha oldu. Onbaşı gardiyana bakıyordu. Nerden baksan iki metreye yakın boyu ve iri fiziğiyle bu iş için biçilmiş kaftandı. Fakat onbaşı gardiyanların usta birliklerinin ilk gününde jüri denilen inzibat rütbelileri tarafından seçildiğini muhtemelen hiç duymamıştı. Sivil hayatında problem yaşayan ve başı derde girmiş boyu bir seksenden yüksek her er onlar için potansiyel bir gardiyandı. Yani kısaca sivil hayatta gördükleri aşağılama ve nefreti kusmak için bileklerine bilezik takıyorlardı. Daha doğrusu yetmiş beş santim boyundaki bi jop, onlara kendilerini Tanrı gibi hissettiriyordu. Burası Tanrının unuttuğu yer miydi? (Alıntı)