Aşk insanoğlunun her zaman içinde var ettiği insani bir değerdir. Aşk sevgidir, aşk güvenmektir, aşk sabırdır, aşk umuttur, aşk birlikte bir yaşamı paylaşmaktır.

Hani bazı bilim insanları aşkın ömrü 3 yıldır 5 yıldır derler ya…

Yalan…

İşte size ölümüne ve ölünceye kadar yaşanabilen sürebilen insani bir duygudur…

Okuyalım ve bu ölümsüz aşkı analım…

DEDESİ, Bağdat kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan Azası’ydı.

Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı,

muhteşem bi köşkte yaşayan,

oturmasını kalkmasını,

ecnebi lisanları bilen,

yakışıklı bi delikanlıydı.

Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi.

Ve, Londra’da bi partide gördü onu…

Güzeller güzeli İngiliz genç kadın,

şahane gülümsüyor,

etrafına ışık saçıyordu.

Vuruldu, âşık oldu.

Gözler her şeyi anlatır derler ya,

belli ki, hisleri karşılıksız değildi.

Zaten, zarif bi kaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında işareti almış,

genç kadının her gün

Hyde Park’ta at gezintisi yaptığını öğrenmişti.

Sabahın köründe, soluğu Hyde Park’ta aldı.

Aaa ne tesadüf filan…

Birlikte at bindiler, yemek yediler,

muhabbeti ilerlettiler.

Rüya gibiydi. Rüya gibiydi ama,

uyanması da vardı…

Tahsilini tamamlamıştı, yurda dönmesi gerekiyordu.

Kalsa, olmaz, bıraksa, hiç olmaz.

Pat diye, benimle evlenip

Türkiye’ye gelir misin dedi.

Genç kadın sevinç çığlığı attı,

coşkuyla boynuna atlayıverdi.

Sonra…

Az geri çekildi, oturdu, boynu büküldü,

hayatta en çok istediğim şey bu ama, maalesef imkânsız, Jack var dedi.

Jack de kim yahu?

Genç kadının ailesi tiyatrocuydu,

ordan oraya turneyle dolaşan

kumpanyaları vardı.

Babası ölünce, annesi

bi adamla Avustralya’ya kaçmış,

kızını anneannesine bırakmıştı.

Anneanne, n’aapsın, torununu acilen

başgöz etmiş, talihsizlik işte,

savaşa giden damat,

kimbilir nerde mıhlanmış,

geri dönmemiş, ardında,

henüz 16 yaşında hamile bi

dul bırakmıştı.

Jack, oğluydu.

Delikanlı dinledi, dinledi,

önce sıkı sıkı sarıldı, sonra,

hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi.

Orient Express…

Ver elini İstanbul.

Delikanlı hiç sorun değil demişti ama,

sorun büyüktü.

Esir şehrin insanlarıydı İstanbul…

Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken,

İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki

kâbusu başlıyordu.

Dedim ya, işgal yıllarıydı,

herkes herkese şüpheyle bakıp,

memleketi satanları mimlerken…

Faytona binip, köşke geldiler.

Aman da efendim hoş gelmişiniz

sefalar getirmişiniz diye kucaklaşma beklenirken, bismillah,

nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi, delikanlının ailesi!

Memleket İngiliz süngüsü altında

inim inim inlerken,

İngiliz gelin olacak iş değildi yani.

Aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler.

Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu,

Nadide adını aldı.

Kaderin cilvesi mi desek, ne desek…

Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken İstanbul’a inen bu genç kadının

nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak

Bandırma yazıldı…

Çünkü, nüfus memuru doğum yerinin

Londra olduğunu gördü,

Londra Mondra olmaz,

olsa olsa Bandırma’dır diye kaydetti!

Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye’ye giren delikanlı, Lozan’da

İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu.

Şak, kanun çıktı, hariciyecilerin

eşi ecnebi olamaz…

İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı, boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et dedi. Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak kabul etti. Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam,

mesleğimden vazgeçerim,

aşkımdan asla dedi.

Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak,

evini geçindirmeye çalıştı.

O zamanlar memur değilsen,

ayvayı yiyordun.

Ayvayı yedi.

Hayatları kaydı.

Önce eldeki avuçtaki bitti,

sonra gümüşler satıldı, ardından köşk gitti… Dımdızlak kaldılar. Kiraya çıktılar.

Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler.

Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bi eli yağda bi eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama,

kahrından alkole dadanmıştı.

Çalışamaz hale geliyor, daha çok sefalete sürükleniyorlardı. Hayatlarında

eksilmeyen tek kavram, mutluluktu.

Mutluydular.

İngiliz anne, adı gibi, hakikaten nadide’ydi…

O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış

iki çocuklu bi kadına evini açtı,

sokakta dilenen bi nineye

kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır

dedikodusuna aldırmadan,

kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş

bi Fransız’ı sofrasına oturttu,

çocuklarına kuru

ekmeği paylaşmayı öğretti.

Bi gün…

İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi,

nasıl duydularsa duymuşlar,

çocuklarını al, İngiltere’ye dön,

eğitimlerini üstlenelim,

sosyal güvencen olsun dediler Nadide’ye…

Kapıdan kovdu!

Eşim Türk, çocuklarım Türk,

burada babalarının yanında yaşayacaklar,

ben de onların yanında öleceğim,

benim için hayatını feda eden eşimi,

paraya değişmem dedi.

İki millet, iki devlet, iki din arasında

perişan olmuşlardı ama,

aşkları sapasağlamdı.

Üstelik… Cumhuriyet de sapasağlamdı.

O dönemin Cumhuriyet’i,

şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyor, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu.

Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü.

Nadide zatürreeden vefat etti,

hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul’da, kızının evinde…

En çok kızına güvenir,

en çok küçük oğlunu severdi.

Bu koca yürekli kadının

küllerinden doğan kızı,

YILDIZ…

Oğlu, MÜŞfİK KENTER’di.

Boşuna dememişler,

işini yapacaksan aşk’la yap diye…

Ve, merak ederim,

tiyatroda sahneye koymak

için abuk sabuk senaryolar

aranır hep niye …?

İŞTE SİZE DEVLERİN AŞKI…

Şirince günlere…