Bu yazımda birazcık değişik şeyler yazmak istiyor canım.

Geçenlerde bir kitapta rastladım.

“ Halkın kurtuluşunu sağlayacak olan tek şey eğitim ve öğretimdir.” diyordu. Düşman ışık istemez. Düşman bizlerin geri geri gitmemizi ister. Karanlığa, orta çağa, hatta daha eski çağlara gitmemizi…

Fransız Montalembertin 1850 yılında o zamanın Fransız yasama meclisinde söylediği şu sözleri kim, hatta hangi yasa yapmakla görevli Milletvekilimiz biliyor ki ?

“ İki ordu var” diyordu. “ Karşı karşıya. İyilik ordusu-Kötülük ordusu! Kötülük ordusu 40.000 papaz. İyilik ordusu ise 40.000 öğretmen.

Bu gün bizde bu sayıları çok daha fazla olan iki ordu adeta tek beden halinde değil mi? Gerçekten de öğretmen gibi öğretmen olan kaç kişi kaldı ki Milli Eğitim Bakanlığımızda? Gerçek öğretmenler ya oradan oraya sürülmekte ya da birçoğu yandaş olan özel okullara geçmiş durumdadırlar. Şehirlerin varoşlarında 4-6 yaş guruplarının hemen hemen her caminin yanında kuran öğrenme ya da hafızlık kurs yerleri açılırken kreş ya da ana okulu özellikle yapılmamakta ve bunda bilinçli bir direnme sürdürülmektedir.

Bu anlamda Tavan bana ve tabana tepeden bakıp durmaktadır.

Öğretmenler bu gün için beşe altıya bölünmüştür. Yönetici öğretmenliklerin yanında Altı yüz elli yediye tabii Devlet Memuru öğretmenler, Sosyal sigortalar kapsamında sözleşmeli öğretmenler, Vekil öğretmenler, bitmedi saat başı ücreti ödenen ne olduğu belirsiz aylığı 6-700 liraya çalıştırılan ucube öğretmenler. Bunun yanında neredeyse Okulların tatil olduğu zamanlarda bile öğrencilere eğitim veren özel okullarda çalışan hakkını aramayı bile bilmeyen öğretmenler…

İnsan bir kez kendisini aldatmayı başardıktan sonra sevmek ile sever gibi yapmak arasında hiçbir fark kalmıyor, ne yazık ki.

Varlık yıllığı 1973 ü tararken Ümit Kaftancıoğlu’na rastlıyorum. Ümit Kaftancıoğlu’yla Antalya’mızdan yolu kesişen Diyarbakırlı yazarımız Nuri Erkal var. Ben Ankara’da Sanat Kurumunun toplantılarında çok az tanımıştım Kaftancıoğlu’nu. Keşke Nuri bey oturup yazsa onunla  ve diğer sanatçılarımızla olan anılarını.

“ Kanımı damla damla değil oluk oluk akıtmaya ant içmiştim Atatürk için. Ben Atatürk’ün çocuğuyum. Onun kurtardığı ülkenin topraklarında özgürce ve insan gibi yaşıyorum. Onun kanadının altındayım. Dağların kovuğundan, mağaradan onu eliyle kurtuldum.”

İşte bu sözleri yazıp konuştuğu için Solcuya çıkmıştı Ümit Kaftancıoğlu’nun adı.

Bir dönem Zenginler ya da tek tük de olsa Ümit Kaftancıoğlu gibilere gavur adını taktı nedense halkımız. Deli dediler dışladılar akıllarınca. Daha halen sürmektedir bu deyim ara ara da olsa yukarılardan enjekte edilerek.

Asıl kolay kazananlar hedefteydi de, onlar işin en kolayını buldular.

Sağa da Sola da karşıyız diyorlardı onlar da.

Yani: Kazancıma da kimseyi karıştırtmam, harcamama da. Diyorlardı üstü kapalı. İlerici aydınların karşısına Din çıkarıldı bilinçli olarak. Oysa dinin karşısı Laiklik ti. Ama yuttu aydınlarımız da.

Kurulu düzen sanatçıları yanında görmek için neler yapıyor neler? Bunu kör gözler bile görüyor. Kimilerinin damatlarına ihaleler veriliyor, kimi milletvekili olacağını umuyor, kimi para pul peşinde.

Sözü Hayyam’a verelim mi?  

“ Hadi ben isyan etmiş bir kulum

  Sen de ne olur bir kere he de

  Hadi ben içi kapkara bir nesneyim

 Ama senin aydınlığın hani nerde

Bizden sana ibadet senden bize cennet ha

Nerede kaldı senin iyiliğin yüceliğin

Seninki düpedüz alışveriş değil de ne?

Söyle ne tanrım.”

Sanatın sinir hastalarını bile iyileştirdiğini sık sık görür olduk televizyonlarda.

                Son bir şey: Normal konuşurken tutuk olan, pepe olan, kekeme olan, birçok insan biliyorum bu insanlar sanatla birleştikleri anda bülbül kesiliyorlar. Örneğin Türkü söylerken hiç ama hiç tutukluk yapmıyorlar bu bile kendi içinde sanatın bir süprizi değil mi biz insanlara? Sanat ne kadar da gerekli. Hele bir de Eğitimle birleştirilir ise…       

                                                                                              Mehmet SEVİŞ