Bildiğim kadarıyla şu ana kadar hiç kimse düşündüğü için fizyolojik zarar görmemiştir. Düşünmenin haz verici bir insan eylemi olduğu söylenmektedir.  Franz Kafka’nın da dediği gibi “Üzerinize bir felaket gibi çöken kitaplar gerek. Bir kitap, içinizdeki donmuş değerleri parçalayacak bir balta olmalıdır. İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar!”

Türkiye kaotik bir ortamın içine düşmüş durumda. Bu ortamda bile korumamız gereken değerler var. Hukukun üstünlüğü, Temel Hak ve Özgürlükler gibi. Ne yazık ki bu ülkede bu değerler erozyona uğramış durumda. Her şey rağmen umudumuzu korumak zorundayız. Okuyanlar, düşünenler, yazanlar, çizenler hep umutlu olmalıdır ki, halka yaşananları anlatabilsin. Bu aydının görevidir.

Türkiye’de girişimler, dolayısıyla firmalar, az fiziki kaynak ve bol borçlanma ile kazançlarını artırmak peşindeler. Bu durumun sürdürülebilirliği şüpheli gözüküyor. Firma borçluluğuna tüketicilerinde borçluluğu da eklenirse kredi piyasalarındaki oynaklık çok daha ciddi olduğu idda edilebilir.

Türkiye ekonomisinin son iki sene boyunca milli gelir performansının niteliksel özelliklerini özetleyelim: kamu kaynaklarıyla pompalanmış tüketim talebine dayalı şişirilmiş büyüme balonu sanayisizleşmenin sürmesi yatırımsız cari açık istihdam dostu olmayan büyüme sonucu işsizliğin derinleşerek sürmesi.

İşsizlik oranı ise yüzde 11.2 – 13.4 bandına sıkışıp kalmış durumda. Yüzde 19’a dayanmış genç işsizlik oranı ve 3 milyonu açık, 2 milyonu da umudu kırılmış (iş aramaktan vazgeçmiş ama çalışmaya hazır) olmak üzere 5 milyonu aşkın işsizler ordusu, söz konusu büyüme masalını uzaktan, biraz da sessiz bir öfkeyle izlemekte. Türkiye her 1 dolarlık dış borçlanmaya karşın sadece 0.45 dolarlık (45 cent) milli gelir artışı gerçekleştirmiş. Nasrettin Hoca’nın mutfaktan ciğer kaçıran kedisi misali, nerede bunu gerisi?

Borçlanma, “mucize büyüme” öykülerinden yola çıkıp “ama yol yaptılar” ya da “… ama çalışıyorlar” sözcükleriyle süslenen Türkiye ekonomisinin on beş yıllık serüvenini betimleyen en önemli değişkendir.

Dolayısıyla, 2018’in büyüme dinamikleri 2017 ile birlikte tek bir yorumu hak ediyor: şişkinleştirilmiş tüketim talebine dayalı dengesiz büyüme.

2003-2008 döneminin baş döndürücü sermaye girişleri sayesinde ucuzlayan dolar kuru, aslında mütevazı boyutlarda (Cumhuriyet dönemi ortalamasının altında) olan reel büyümeyi döviz bazında sanki “mucizevi” bir başarı öyküsü olarak göstermekte idi. Bunun döviz piyasalarındaki git-gel salınımlarının sanal bir yanılsaması olduğunu vurgulayan iktisatçılar uzun süredir “felaket tellallığı” ile suçlandılar. Ta ki gerçekler kralın çıplaklığını sergileyene dek.

Bugünlerde faizler düşsün, yatırımlar artsın derken tasarruflar da düşer ve sonuçta cari açık yükselir. Faizler artsın tasarruflar da artsın derken bu kez yatırımlar düşer ve büyüme geriler. Ekonomide her zaman bir alternatif maliyet vardır. Yani bir şeyleri düzeltmek için bir yola girdiğimizde başka bir şeyleri bozarız. 

Faizleri düşürerek yatırımları artırmanın ve o arada da tasarrufları düşürmemenin yolu bu işi enflasyon ve riskler düşerken yapmaktır. Öncelikli olarak kurların yarattığı maliyetlerin en aza indirilmesi gerekmektedir. Son dönemdeki faiz indirimin etkileri kısa vade de değil uzun vade de hep birlikte göreceğiz.