Müfide Hanımefendi’ye Geçen gün Tokatlıyan’da Sermet bana genç bir Frenk takdim etti. Sorbonne’dan arkadaşmış! Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk! Aşırı bir Doğu düşkünü. İlk lafı bu oldu: Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi sırlarla dolu dünyanızı yaşamıyorsunuz. Birdenbire haklı mı, haksız mı olduğunu kestiremediğim bu eleştiriye gülümsedim: Yaşamadığımızı, göremediğimizi ne biliyorsunuz? Bunu gözümle gördüm, diye coştu. Üç senedir Sermet’in evindeyim. Sabit fikirlerinin hududunu aşmayan Frenkler ne masumdurlar! Bu genç Avrupalı da bunlardan biriydi. Türkiye’ye dair konuşmaya başladık, iddia ediyordu ki biz kendimizi tanımıyoruz en güzel, en zengin, en beğenilecek sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere tabiatı öldüren geometrik çizgilerine kıymet veriyoruz… Rumlara hiddeti, garaz derecesini geçiyordu. Beyoğlu’ndan öyle nefret etmişti ki: “Ne iğrenç Batı karikatürü, ya Rabbi!” derken âdeta sararak tiksiniyordu. Kafası Loti’nin hayalleriyle doluyordu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o “harika” diyor, bu sonu gelmeyen süprüntülükler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da sanatkârca bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük’te oturan ihtiyar sütannem geldi. Bu gayet sofu ve gayet kaderci, gayet muhafazakâr bir kadındır. Kendinden büyük eski Arap hizmetçisi ile oturur, kocasından kalan ufacık bir kira geliri ile rahat rahat geçinir. “Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyordum. Dün Sermet’in takdim ettiği bir Türk’le bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jacques Casanova, Pierre Loti filan konaklarla yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Doğu’yu gördük sanıyorlarmış. Asıl Doğu görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalı’nın göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, kısacası her şey hiç bozulmamış… Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir merak içimi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile mabedi! Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Bu mukaddes açıların üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım hatıra eşyalar asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin, kim bilir hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Girişi yasaklanan bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, durgunluğunu, yüceliğini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum. Fakat bizim görmeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu. Malum ya, Türkler, hükümlerinde çok naziktirler! “Biz körsek, işte siz de dilsizsiniz!” cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.