Her şey ne kadar güzel ve yolundaydı küçükken. Onlar bir ayrı dinlere sahip ama aynı adada yaşayan mutlu çocuklardı. Karşılıklı bahçeli evlerinin çoğu zaman dar ve yüksek duvarlı sokaklarında oynarlardı. Kimi zaman seksek çizerler, kimi zaman kör ebe oynarlardı. Çok ama çok mutlulardı. Çocuk kahkahaları duyulurdu adanın her tarafından. Kimse birbirine sen kimsin? Dinin mezhebin ne diye sormadı. Çocuklar büyüklerinden öğrenmedikleri için ayrım nedir bilmiyordu zaten. Bazen bir dilim ekmeğin üstüne sürülmüş yağlı, şekerli ekmeği bölüşürlerdi. Bazen ise yaşlı huysuz Madam’ın bahçesinden çaldıkları meyveleri. Yaşları biraz büyümüştü ki her halde artık yavaş yavaş arkadaşlıkları sanki aşka dönüşüyordu. Ama onlar daha on ya da 12 yaşlarında idi. Daha aşkın ne olduğunu bilmiyorlardı. Evcilik oynarken sadece biri anne biri baba oluyordu. Onlar için o zaman aşk oydu adını bilmesellerde. Tarık artık genç bir adamdı. Yiğit, uzun boylu, simsiyah saçları olan ve saçları dalgalan rüzgârda. Bir kayıkta eski adasına yolcu taşıyan bir iş buldu. Sırf Maria’yı görebilmek için. Maria her seferde adaya gelen Tarık’ı karşılar beraber Maria’nın hazırladığı yemekleri yerlerdi. Tarık ise ona her buluştuklarında karşı yakadan taş getirirdi. Taş onlar için önemliydi. Çünkü Tarık yokken Maria o taşlarla onu yanında hissederlerdi. Adrian hep onları yakalar ve babasına söylemek ile tehdit ederdi Maria’yı. Maria kaçarak ağlar ve vedalaşmadan giderdi Tarık’ın yanından. Nasıl olsa yeniden görüşeceğiz edaya gerek yok derlerdi. Artık Maria’nın babası Adrian ile evlendirecekti kızını. Zaten yıllarca başka bir damat düşünmemişti kendine. Aileler anlaştı nişana gerek yok zaten tanışız, düğün hemen olsun dediler. Hiç sormadılar bile ne Maria’ya nede Adrian’a. Savaş bitmişti nasıl olsa artık düğün zamanıydı. Ama önce düğün alış-veriş yapmaya Tarık’ın teknesi ile karşı adaya geçtiler. Tarık o zaman duydu Maria’sının evleneceğini. Sonra ilk buluşmalarında Maria söyledi. Günlerce kaçmak için fırsat kolladılar fakat deniz bir türlü müsaade etmedi. Fırtına ve dalgalar kayık’ın karşıya geçmesine asla izin vermiyordu. Düğün günü geldi çattı. Tarık karşı tarafta acılar içinde bekliyordu Maria’sını. Adrian söz vermişti. Bir yolu buldu ve dalgalara karşı daha büyük bir tekne ile Maria’nın kaçmasına izin verdi. Adrian düğünde herkesi oyalarken Maria gelinliği ile karşıda bekleyen sevdiği Tarık’a doğru yola çıktı. Tarık onu bekliyordu. Kendince güzel kıyafetteler giyinmiş, savaştan kaçıp geldiklerinde ilk sığındıkları evi hazırlamıştı sevdiğine. Kimse bu evi bilmiyordu, onları daha güvenli bir yere kaçana kadar saklardı bu ev. Tarık yemekler yaptı. Gramofona sevdikleri şarkıyı taktı. Sonra yıllar önce adadan kaçarken babasının yanına aldığı ve hiç açmadığı şarabı masaya koydu. Maria için ayrı bir yatak hazırlayıp temiz çarşaflar serdi. Her şey hazırdı ve birkaç gün sonra başka diyarlara gideceklerdi. Maria Adrian’ın bulduğu teknede korku ile sevdiğine kavuşmayı beklerken fırtına şiddetini artırdı. Deniz her zamankinden daha fazla kabarmış adeta kavuşmamaları için köpürmüştü. Tarık onu bekledi, bekledi, bekledi. Günlerce haber alamadı. Günlerce karşı tarafa ne gidebilen oldu, nede gelebilen. Yemek masasındaki yemekler, yatak öyle kaldı. Sonra Adrian geldi karşı adadan ve Maria’yı sordu Tarık’a. İkisi de anladı ama yürek böyle bir acıyı nasıl anlayabilirdi ki? Günlerce denizde Maria’dan ve tekneden iz aradılar Adrian ve Tarık ama hiçbir iz yoktu. Tarık biliyordu bir gün mutlaka gelecekti. Öyle bekledi günler, haftalar,aylar ve yıllarca. Masa aynı öyle o geceki gibi. Üstündeki kıyafet aynı. Yatak bile öyle bekledi. Belki 40 yıl, belki 60 yıl. Gramofonda ki plak kılmıştı artık yıllarca çalmaktan. Şarap deseniz acı ile yıllanmış. Artık Tarık çok yaşlanmış fakat Maria’sını beklemekten asla vazgeçmemişti. Ama artık kalbi daha fazla dayanamayacaktı biliyordu. Ama Maria mutlaka döner gelir diye ona bir dize not bıraktı son gücü ile O kavuşacakları günkü hazırlanmış masanın üstüne ve öylece masanın üstünde Maria’sını beklerken öldü.