En nihayetinde otobüs, yeni tayini çıktığı yere geldi. Otobüsten yavaş yavaş tereddütle, ağır adımlarla indi. İner inmez, kendisini bir toz bulutu karşıladı. Bu toz bulutu, geldiği ilçenin küçük, küçüklüğü ile beraber zamanın gerisinde kalmış, gelişememiş, modern hayata geçememiş, ilçeden ziyade, bir köy havası ve eski evleri ile sanki 100 belki 200 yıl geri, tarih yolculuğuna çıkmış bir halde, toz pembe tablosu yerine, kara toz tablosu çiziyordu. Yolculuğu gelgitlerle geçmişti. Gideceği yerin yani tayini çıktığı ilçe için anlatılan kelimelerin cümlesi toplanmış, balyoz olup beynini dövüyordu. Her vuruşunda kulaklarında yankı yaparak çınlıyordu. “Medeniyetten uzak, gelişmemiş bir dikili ağacın olmadığı, çorak arazilerinin olduğu, bitkiler ve ağaçlıklar yerine çıplak kayalarla kaplanmış dağlar ile çevrelenmiş, insanları medeniyetten uzak, ilçeden ziyade köyümsü bir yer.” Bu tarif beyninde zonkluyor, kederle,” Aman Allah’ım! Ben nereye, nasıl bir yere gidiyorum?” diye kendi kendine söylenerek hayıflanıyordu. İşte yolculuğu bu halde düşünceler, tedirginlikler ile geçti. Çalıştığı yer büyük bir şehir idi. Her türlü sosyal imkan ve modern hayat vardı. Buraya alışmıştı. Arkadaşları, çevresi hep buradaydı, onlara da alışmıştı. Şimdi, medeniyetten, modern hayattan uzak, bu küçük ilçede, alıştığı o büyük şehrin cazibesini ve oradaki ahbap ve dostlarını unutup nasıl yeni bir düzen kurup yapabilirdi? Buraya alışabilir miydi? İnsanlarla iyi ilişkiler kurabilir miydi? Bu sorular, beynini zonklatıyor, içini daraltıyor ve bu düşünceler bir kabus gibi üstüne çöküyordu. Bu hal ve halvet içinde otobüs ilçe otogarının önünde durdu. Hoş ya otagarın otogara benzer bir tarafı da yoktu. Hemen ilçenin girişinde yol kenarında küçücük bir oda gibi bir şeyi yazıhane yapmışlar. Otagarın otagar olduğu bir bu yazıhane bozması yerden anlaşılıyor. Otobüsten kendisi ile birlikte iki üç kişi daha iner. Otobüs bekleme yapmadan hemen gider. Gülerler. “Sorduğu şeye bak, halk ne yer ne içer der. Buraya gelen, hangi kapıyı çalsa oranın misafiri olur. Orada yer, içer yatar.” Kolundan tutarlar ve çekiştirir gibi yaparak “Hadi hadi Beyim, yorgun olduğun her halinden belli. Gidelim şimdi duracak zaman değil.” Kendini, sele kapılmış çöp gibi onların sürüklediği yere giderken, etrafına bakına bakına gider. Karşılaştıkları herkes memur olduğunu ve buraya atandığını öğrenince, birbirleriyle yarışırcasına evlerine buyur ederler. Kendisiyle otobüsten inenler, “Bizim misafirimiz” deyip kimseye misafir olarak bırakmıyorlardı. Kolundan sımsıkı tutup sürüklercesine evlerine götürüyorlardı. O böyle ilgi ve alaka içinde misafir olacağı eve giderken şunları düşünüyordu. Şimdi sormadan edemiyorum. Asıl medeniyet, insanların güzel giyinip şaşalı caddelerde gezip dolaşması, sinema tiyatroya gidip kültürlerini geliştirmesi, fakat kapı dip komşusundan bihaber olması mı? Modern hayat dediğin, lüks evler ve dairelerde oturup teknolojinin her türlü imkanlarını kullanıp tüm insanlık değerlerinden yardımlaşma, paylaşma, misafirperverlik gibi ahlaki değerlerden yoksun yaşamak mı?” İlk otobüsten indiğinde “Ben nereye geldim, nasıl bir yer burası böyle?” diyerek hayıflanmıştı. Şimdi yine hayıflanıyor “Bu zamana kadar yanlış ve boşa yaşamışım. İlla şehirde medeniyet ve modern bir hayat yaşayacağız diye kendimizi şehir hayatına şartlandırmışız. Böylece farkına varmadan kendimizi ve asıl medeniyet olan insanlık ve ahlaki değerlerimizi unutmuşuz.” İşte, medeniyet ve modern hayat sahibi bir memurun, tayini çıktığı yerdeki ilk günü, ilk yaşadıkları ve ilk izlenimleri. (Alıntı)