O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu’na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis havayla dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayaraktan geçtim. Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak altı vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak altı buçuk… Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kâh kusurlu kâh kusursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur, demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir  ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksek kaldırımdan istediğim kadar yavaş, eski kitap satan dükkânların camekânları önünde istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray’a, Taksim’e kadar yürüyebilirim. Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz bazıları beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler… Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı’nın, bir şiirinde “gün hazinesi” dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda (­Kumaş ­veya ­ince ­deriden, ­çoğunlukla ­düz­ topuklu,­ ayağı ­bütünüyle ­saran ayakkabı.­ (Y.N.)) hapsetmiş bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor. İki yanında bu insanları giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkânlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekânları önün de durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kim bilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kim bilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar… Şu masa, karşıki mağazada satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri… Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor, iki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası… Perdeleri arasından da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, adeta sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi.  Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki çiçeklerden daha beyaz, beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası bırakarak, bir bahar rüzgârı gibi önünden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten(Uğurlamak) sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir sanatkâr haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu. Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim. Birden fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsiz bir tavırla, “Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim,” dedi.