Kemalettin, 27 Aralık 1902 yılında, Çengelköy’de, dedesinin özenle yaptırdığı köşkte, Şaziment Hanım ve Galip Bey’in dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi. Padişah Vahdettin’in sarayının hemen yanındaki bu büyük ahşap köşk, II. Abdülhamit’in ünlü komiseri Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın muavini Faik Bey’in köşküydü. Rengarenk çiçeklerle, mor salkımlarla bezenmişti. Doğduğu köşk de tıpkı bütün ahşap evler gibi yıkılacak, Kemalettin’in hayal dünyasında yarattığı Sırça Köşk’ler ise hep yaşayacaktı. O köşke yerleşen yalnız ve hüzünlü bir adam olarak, hep bir çocuğa mutluluğa adanmış acıklı hikâyeler anlattı. Her bir satırda mutsuzluğu, acıları, kendi hayatı saklıydı. Evet, okula hiç gidemedi. Okumayı, babası, abisi Nurettin’e öğretirken o da onları dinleyerek kendi kendine söktü. Okumayı öğrenince soluğu babasının kitaplığında aldı. Bunun yanında tarih öğrenmiş, dayısının yardımıyla Fransızcasını çeviri yapabilecek kadar geliştirmiş ve bir mektepte daktilo yazmayı öğrenmişti. Sakatlığı ona sokaklar, oyunlar, arkadaşlar yerine kitaplarla çevrili kocaman bir hayal dünyası kurmuştu çember hep biraz daha genişledi. Yaşayamadığı hayat orada, gözlerinin önünde öylece duruyordu. Bu sakatlık onu insanlardan uzaklaştırdıkça gözyaşlarıyla yazmaya yakınlaştırdı. Yazma isteği hayatında ilk kez melankolik bir anında annesinden defter istemesiyle başladı. Kalemleri bir defterden diğerine geçerken tükeniyor, kuramadığı tüm oyunları, gidemediği yolları, dönemediklerini hep yazıyordu. Annesi de her ağladığında ona defterler getirmeye devam ediyordu. Babasının aksine annesinden hep sevgiyle söz ederdi. Şaziment Hanım oğlu için, çok güzel keman çalan, hep yanında olan sevgi dolu bir kadındı. Baba karakteri ise romanlarında en katı haliyle yer alıyordu. Kemalettin, çemberini genişlettiği bir yalnızlığın içine gömdü kendini. Sadece yazdı, çizdi yalnız kalabilmek ve yazmak, acısına iyi geliyordu. Çok kalabalık bir evde kendi sınırları içinde 26 yaşına dek münzevi bir hayat sürmüş, tek tesellisi de hayalinde oradan oraya uçuşan kelimeler olmuştu. Kemalettin ilk romanını yazdığında ve şiirler yazmaya başladığında henüz on üç yaşındaydı. Gözyaşları ve hüznüyle yoğurduğu hikâyeleri bir yerden sonra yaşamının ta kendisi miydi, yoksa yaşamak istediklerini mi yazıyordu, karışmıştı. Tüm yaşamı boyunca yazdıklarının edebiyat olmadığını, sadece oyalanmak için yazdığını vurgulayacaktı. “Ben edebiyatçı değilim, romancı değilim. Ben yazı yazma hastasıyım,” diyordu. İlk zamanlar yazıyor yazıyor ve sonra onları yakıyordu. Etrafından “Bu kadar emek veriyorsun, sonra neden yakıyorsun?” serzenişleri duyuyordu sürekli. Tuğcu, aşk romanları yazıyordu ama onu yaşayacağına inanmıyordu. O, kendince buna layık değildi. Gençlik yıllarında çocukluğundan bu yana başlattığı yalnızlığı, o içine kapanık yalnız genç profili, bu duruma büsbütün uzaktı. Ancak bir gün o da evlendi. 1941 yılında aile dostlarının manevi kızı Ayşe Beyhan’la tanıştırıldı ve evlendiler. Bir anda öylece, kolayca oluvermişti. Ne hissediyordu bilinmez ama belli ki onun da layık olduğu bir aile yaşamı vardı. Bu evlilik onlara Gülsevil ve Yaman adını verdikleri iki evlat getirdi. Tuğcu, artık yaşlanmış ve hayatı da bu çizgide daha yavaş akar olmuştu. Ancak o, zamana ayak uydurmaya kararlıydı. Yazmaktan vazgeçmeyeceğine göre, roman kahramanlarıyla dönemi yakalıyordu. Daha öncesinde farklı mesleklerde çıraklık yaparak kaderini değiştiren kahramanları, şimdilerde içinde bulundukları imkânları değerlendiren küçük girişimciler olmuşlardı. Oysa hayatın gerçekleri sanki artık daha acımasızdı. Çalışkan olmanın yetmediğini görebiliyordu. Çünkü artık geri dönülecek köşkler ya da kavuşulacak zengin akrabalar yoktu. Sokaktaki çocuklar gerçekten yoksul açmışlardı hayata gözlerini. Siz hangi taraftasınız ya da dahası bir taraf tutmaya gerek duyuyor musunuz, bu konuya nasıl bakıyorsunuz bilemem ama yaşayamadığı için hayatı ve yazmayı çok seven, çocuklara, hayatın kendisi gibi, acı dolu olsa da sonu hep umutlu hikâyeler anlatan bir Kemalettin Tuğcu geçti bu dünyadan…