Evden çıktığımızda güneş daha doğmamıştı. Bıldırcın arıyorduk, ikimizin de birer çiftesi vardı, ama köpeğimiz tekti. Morgan, konumlanabileceğimiz en iyi yerin eliyle işa­ret ettiği bir dağ sırtının arkası olacağını söy­ledi, biz de gür çaldıklar boyunca patikayı ta­kip ederek sırtı geçtik. Diğer taraf, sık, yaba­ni yulaf örtüsüyle kaplı, ötekine oranla düz bir topraktı. Çalılıklardan çıktığımızda Mor­gan sadece birkaç adım ötemdeydi. Aniden, sağ tarafımızda, biraz önümüzde yakın bir mesafeden, sertçe sallandıklarını görebildiği­miz çalılıklarda dolanan bir hayvanın sesini duyduk. “Durup titreşen çalıları dikkatle izlemekte olan Morgan hiçbir şey söylemeden silahının her iki namlusunun da horozunu çekmiş, ni­şan almaya hazır vaziyette tutmaktaydı. Onu biraz heyecanlı gördüm. Bu beni şaşırttı, çünkü ani ve yakın tehlike anlarında bile sıra dışı bir sakinliğe sahip olduğuna dair bir şöhreti vardı. “Hadi ama,” dedim. ‘Bir geyiğin bedenini bıldırcın saçmalarıyla doldurmayacaksın de­ğil mi?” Hâlâ cevap vermiyordu, ama baş mı hafif­çe bana çevirdiğinde yüzünün görünüşü dikkatimi çekti ve bakışlarındaki yoğun endi­şe beni çarptı. O zaman anladım ki ciddi bir iş üstündeydik ve ilk varsayımım, bir boz ayıyla ‘karşı karşıya’ olduğumuzdu. Hareket ederken silahımın horozunu çekerek Morgan’ın yanına doğru ilerledim. Çalılar artık sessizdi, ama Morgan, orayı deminki gibi dikkatle izliyordu. Daha konuşacaktım ki, hareketlerin geldi­ği yerin yakınında yabani yulaflar anlaşılmaz bir şekilde hareket ettiler. Tarif etmem zor. Kendilerini sadece büken değil, aynı zamanda aşağıya bastıran, bir daha kalkamayacakları kadar ezen, hızlı bir rüzgâr esintisi tarafından kımıldatılıyor gibiydiler ve bu hareket doğru­dan üzerimize doğru, yavaş yavaş geliyordu. “Daha ayağa kalkıp, görünüşe göre elim­den fırlayan silahımı elime tekrar alamadan, Morgan’ın sanki ölümcül bir acı içindeymiş­çesine haykırışlarını duydum, bu haykırışla­ra ayrıca bir insanla dövüşen köpeklerden duyduklarına benzeyen boğuk, vahşi sesler karışıyordu. Anlatılamayacak derecede korktuğumdan, büyük bir gayret göstererek ayağa kalktım ve Morgan’ın kaçtığı yöne doğru baktım: Tanrı bana bir daha böyle bir şey görmeyi nasip etmesin! Otuz adımdan az ilerimde arkadaşım, bir dizinin üstünde yere düşmüş, kafası geriye korkunç bir açıyla bükülmüş, şapkası yerde, saçları darmadağın, bütün vücudu bir o yana bir bu yana ileri geri şiddetle sarsılıyordu. Yukarı kalkmış sağ kolunun eli yoktu sanki, en azından ben göremiyordum. Diğer kolu görüş açımın dı­şındaydı. Ara sıra, hafızamın bu olağandışı sahneyi şu anda aklıma getirişine göre yani, vücudunun sadece bir kısmını ayırt edebili­yordum sanki bir kısmı silinmiş gibi, -baş­ka türlü ifade edemiyorum- ama sonra du­ruşunu değiştirmesi her şeyi tekrar görünür kıldı. Bir an için kararsızlık içinde kaldım, ama sonra silahımı atıp arkadaşımın yardımına koştum. Bir titreme nöbeti geçirdiğine dair belli belirsiz bir inanış içindeydim. Daha ben yanına varamadan o yere yıkılmış ve sesi ke­silmişti. Bütün sesler ortadan kaybolmuşlar­dı, ama şimdi yabani yulafların, yüzükoyun yatan adamın civarındaki çiğnenmiş alandan bir ormanlığın kıyısına doğru giden gizemli hareketini görünce, bütün bu korkunç olay­ların bile o ana kadar içimde uyandırmadık­ları bir dehşete kapılmıştım. Gözlerimi, ancak yulaf tarlasındaki bu ağaçlıklara ulaştığında, çevirip arkadaşıma bakabildim. Ölmüştü.”