Karım, belirmeğe başlayan pencerenin önünde oturuyordu bütün geceyi orada geçirmişti. Sen hala yatmayacak mısın? dedim. Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsür yılın her gününden bir şey vardı. Ezan okunuyor, diye mırıldandı. Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur’anla, vadedilen saadetini, sanki asırlardan beri beyhude yere bekliyordu. Hareketlerinde ve yürüyüşünde, kabul edilmiş bir mağlubiyetin hazin sükuneti vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere kömür koydu abdest aldı. Sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu. Pencere iyiden iyiye aydınlanmıştı. Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti. Yatağın ılıklığı, belirsiz Duygular, düşünceden kaçış. Dalmışım. Yahu. Ne var? Geldi. İyi ya işte. Fakat mesele bu değildi. Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu: Bir şey söyleyemeyecek misin bu üçüncü oluyor.  Ha yahu: Ne yapacağız? Bilir miyim ben. Fakat ona: Yarın bir şeyler yaparım, diyorum. Hangi yarın?.. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmağa mecbur olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lazım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım telaşlandı: Fazla sert davranma. Ne de olsa artık. Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım. İsim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona ışıl ışıl, kainat gibi manalı bir kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe girmiş bütün Ömer’lerin ikbaline layık görüyordum. “Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha fazla rahatsız oluyordun. Ben bunu anlıyordum. Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat annen. Ben biliyorum. Sen artık  şu odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi beğenmiyorsun. Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda. Senin düşündüğün, kim bilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da unutmamışsındır buna eminim. Bu kadarı bize… Bana, yeter. Fakat annen… Bunu sen de seziyor, arada sırada, hatta sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim sen böyle konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çok çaresizliğin azabı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir hayat böyle işte, yapamazsın ki. Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum alışmayacağına da eminim. Fakat annen. Sonra ben senin dışarıda ne aradığını, evden niçin kaçtığını da biliyorum. Belki de küçük. Ben onlara düşman değilim hatta. Fakat, annen. Kadıncağız böyle birine kapılı vereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışarıda geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çeviriyor. Fakat bütün bunlara ne lüzum var sen sanki bunları bilmiyor musun? Ben sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben… Sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hala bize en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyoruz. Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü, düşünmeğe cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hatta asıl değişiklik uykularında oldu sen uykularında da bizden uzaklaştın” Başımı çevirdim. Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu kullanır gibiydim. Fakat içim birdenbire ferahladı. Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı bulmuştum. lslık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim güneş onu rahatsız edecekti. Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım. Çayımızı içerken karım biraz dalgındı. Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç sevmediği limonla doldurdum.