“Sanatın amacı günlük yaşamımızda bize bulaşan tozları ve diğer kötü şeyleri ruhumuzdan temizlemektir.” Demektedir bir söyleşisinde ünlü ressam Picasso.

Mağaralara yapılan Homo Sapiens + Neanderthal insanlığının sanatlarını da kadınların yaptığı dillendirilmeye başlanıldı son zamanlarda. O zamanki adları bilinmese de korku gibi, sevinç gibi, mutluluk gibi, hüzün gibi, kabalıklar ve incelikler gibi içgüdüsel bir itme miydi acaba? İçgüdüsel sanat da olabilir miydi?

O zaman insanlarının bir anlamda buluşu, icadı değil miydi bugün çok çok ilkel bulunan o mağara duvarlarını süsleyen sanatlar bile?

Eski yaşayışlarına yeni adetler sokmak da nereden çıkmıştı? O buluşlara karşı çıkanlar da olmuş muydu? İnsanın iki ayağı üstünde yürümeye başladığı anda bile o ilk yürüyen insanın hemcinsleri tarafından linç edilerek öldürüldüğünü okumuştum bir yerlerde… Bir mumun ilk defa yandığı anda ne hissetmişti o insanlar? Bir ışık hüzmesine, bir projektör ışığına yakalanma bir sonsuz aydınlanmayı da beraberinde mi getirmişti hemen?

Bir anlamda herkesin kendi çemberi içinde yaşadığı ve başkalarını kesinlikle görmediği, görmezden geldiği o tılsımlı çemberi yırtıp atmak değil miydi biraz da o ilkel insanların yaptıkları?

Hoş, içten zarif bir ikram da mı diyemeyiz bilmem ki? O insanlardan bizlere kalan o el izlerine. O el izlerinden yola çıkarak kadınların o resimleri yaptığına bakılırsa doğru olabilir mi bu?

Masada üzerinde ünlü dükkanın resmi bulunan porselen fincanlar ve gümüş tabaklar… Nereden nereye değil mi? İkincisi içine para denilen pisliğin de katıldığı bir güneş yanığı değil mi biraz da?

Resmin de kardeşi olur mu sahi?

Doğada mevcut olup çıplak gözle görülebilen maddesel varlıkların ve doğanın kendisinin ışığa karşı duyarlı hale getirilmiş Kağıt, Bez, deri, plastik, maden ve diğer birçok şeyin üzerine bir anın, bir anının, bir güzelliğin, sabit ve kalıcı hale getirilip saptanmış haline: “Fotoğraf,” diyoruz. Sözcüğün aslının yunanca olduğunu da söyleyelim. Sözlükler öyle yazıyor benim demem değil haa…

Bir an için görülebilen şeyler fotoğraf ile sonsuza kadar kalıcı oluyor. Tıpkı ressamların yaptığı resimler gibi.

Fransız Joseph Niépce 1765- 1843 ile resmin bir anlamda kardeşi olan Fotoğrafçılık başlamış. İlk yıllarda bir poz resim çekmek için 30-40 dakika uğraşmak gerekiyormuş. Görüntüyü yıllar sonrasına taşımanın diğer adıydı Fotoğraf. Şimdilerde çok çok geliştiği gibi sesli resim kayıtları bile yapılır oldu geçmişi hiç bilinmeden. Şimdilerde saniyede birkaç poz çekmek ve kaydetmek mümkün. O yıllarda ilginçtir bu günlerde Mars’a gidilmesi gibi Avrupa ile ABD’nin bir yarış halinde olduğunu da kaydedelim.

Burası da ilginç. Neolitik çağ dediğimiz çağdaki avcı evleri dediğimiz Üstten kapılı evler hemen hemen aynı zamanda Fransa’da Anadolu’da ve Sibirya da birbirlerini hiç görmeme ve hiç. Bir haber almamaya karşın nasıl aynı zamanda aynı tip evleri yapabilmişti o zaman yaşayan insan oğulları?

İnsanlık kültürüne katkısı tartışmasız olan Fotoğraf sanatçılığı ilginçtir. İnsan belleği yeni yeni sanat dalları fısıldayıp duruyor insanlığın kulaklarına.

“Suretlerin girdiği yere melekler girmez.” Sözlerinin geçerliliği nerede kalıyordu o zaman? Bu küçücük makinalar bu cep telefonları bu akılı bilgisayarlar borçlu değiller mi o ilk önceleri dört beş vagonla taşınabilen o ilk fotoğraf makinesine?

Şaka olmalıydı!

Bugünün cep telefonlarının hafifliğine bir bakın. Orada sanatın insan yaşamına katkısını da göreceksiniz.

İnsan sanatın gelişmesine karşı duramaz. Hem sadece sanatın mı?