Sıradan yaşanılan, vasat bir yaşamdan alınan bir rövanştır bir bakıma sanat.

Birilerinin: “ Biz ona ihanet ettik.” Dediği İstanbul şehrimizi gezerken görüverince irkildim. Kırk katlı, elli katlı, belki de daha fazla katlı gökdelenleri görünce insanların neye ihanet ettiğini de görüverdim birden.

Minareler cüce kalmışlardı o dünya örneklerine özenilerek yapılan zanaat yapılarının yanında.

Davranışlarından dolayı pişmanlıklar duymanın faydası olmuyordu ne yazık ki!

Tamam doğru yer deyip en tepe bir yere yenisini yapsanız da şehir içinde kalmış öteki minarelerin birçoğu çoktan gölgesinde kalmışlardı o kapitalist hırs binalarının.

Bazen hafif bir öksürük bile bir anda bir insanı bulunduğu andan, bulunduğu yerden alıp, çıkarıp bambaşka yerlere ve zamanlara götürüveriyor ne yazık ki… Bir hipnotizmacının iki parmağını birbirine sürterek çıkardığı şık şıkla hastasının transına son verip uyandırması gibi uyandırıverir herhangi bir insanı bir şey ama… Bu rüya da burada biter    Uyandırın şimdi beni   dizelerimden farkı kalmamıştır o uyanmanın da.   Yani asıl burada Atı alan gitmiştir çok çok ötelere. Cüce kalmıştır ne yazık ki minareler.

 Daha çok çocuklarda görülse de yetmişlik, seksenlik insanlarda da her an görülmesi mümkündür ıskalamalar. Iskaladıklarımız kadar yakalayıp görüp sahip çıktıklarımızın da ne kadar farkındaydık? Bütün mesele, bütün giz, bütün sır buradaydı.

Öyle bir zamanda, öyle bir yerde, öyle bir şey görürdünüz ki sizi birden bire dinginleştirip diriltiverir, tekrar.

Bildiğim kadarıyla dünyada en büyük heykel i Brezilya’daki Hz. İsa heykelidir. Bir tepenin üstünde hemen hemen yüz metre boyundaki kollarının açıklığı da hemen hemen aynı uzunlukta olan eserdir. Onu da bir sanatçı yapmıştır.

Karizmaya sanattaki karizmaya bakar mısınız?

Tamam hatalar olmuştur. Zaten insansanız büyük problem diye bir şey yoktur. Küçük insanlar vardır sadece…

Tükürüğünü yutuyor insan değil mi?

Korku bazen bir yolunu bulup içine sızıveriyor en karizmalı sanatçıların bile…

O Gökdelenlerin yapılmasına izin veren idarecilere o minarelerin cüceleşeceğini hiç mi kimse söylememiştir?

İnsanların bir şeylerle ödeşmeye çalışması, bir öz eleştiri yapması da bir sanattan başka nedir ki?

Hem sahi o gökdelenlerden bu güne kadar kaç kişi iş kazası ya da intihar niyetli düşüp saatte 250 km. hızla toprağa çakılmıştır bilenler anlatıverseler de dinlesek.

Bu bir insanın kırk eli katlı bir binadan düştüğü andaki düşüş hızını bile bir sanatçı, bir bilim insanı hesaplamıştır.

Kesin bir ölüm karşısında ne elde edecekti insanlar.

Biliyorsunuz geçmişte bir bilim insanı giyotinle idama mahkum olur. İdama son arzusu sorulur. Arkadaşını çağırır mahkum. Ve ona der ki. Ben öleceğim. Bu bir gerçek. Ancak bir şeyi öğrenmemiz gerekiyor. Başımız vücudumuzdan ayrıldığı anda. Acı duyuyor muyuz yoksa duymuyor muyuz? Bunu öğrenmemiz gerekli. O zaman sen de bir arkadaşım olarak bu idam anında yanımda bulun ve başım sepete düştükten sonra bana bak. Eğer gözlerimi iki kez kırparsam bil ki hiç acı duymuyorum. Eğer bir kez gözlerimi kırparsam acı duyuyorum demek olsun.

Ve idam gerçekleşince anlaşılmıştır ki insan başı vücudundan ayrılınca insanlar acıyı hissetmiyor. İşte o olaydan sonra zalimler giyotinle idamdan vaz geçmişlerdir.

Kesin bir ölümden bile insanlığa bir ders çıkarmıştı sanatçılar sayesinde insanlar.

Çark dönüyordu. O Çark denilen aleti bile yıllar yıllar önce düşünmesini bilen bir insan bulup yapmıştı.

Kapanmaz sanılan bir manzara bile zamanla kapanabilir. Eğer bir yere kaydedilmiş ise o manzara sonsuza kadar yaşar. 1900’lü yılların başındaki İstanbul fotoğraflarında ne kadar da yüce duruyor o eski minareler.

Sanattı onları bile o halleriyle tespit edip koruyan. Onun için mutlaka gereklidir sanat…