Yoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi. Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın  doğacağı günü bekledi. Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı.  Burada Yunus adında genç bir adam yaşıyordu. Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle görevlendirmişti. Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü.  “Niçin hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi. Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan kimseye yakınmadı, yazıklanmadı. Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı.  İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı  Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı. Taptuk emre ona: “Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de dinleyelim.” Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi başaramadı. Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En arkada kapı dibinde Yunus’u gördü. “Haydi oduncu Yunus, sen söyle!” Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi içinin aydınlandığını hissetti.  Her şeyi daha bir arı duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler kendilerinden geçtiler. Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı: “Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu, tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun getirmen gerekmez.” Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü. Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü. Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı: “Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur biterdi.” Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu. Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye başladı.” Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor. Şimdi siz bunun aslı var mı diye soracaksınız. Aslı olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her yıl yeniden açıp dururlar.