Ekonomi politik, toplumun gelişmesinin temelini inceler. Ama ekonomi politik, üretimi, ancak, üretim içinde, insanlar arasında kurulmuş olan ilişkiler açısından inceler. Toplumun temelini araştırır. Öte yandan, ekonomi politik, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında bulunan ortak bağı hesaba katmadan da edemez. Gene, ekonomi politik, üstyapıdan da tamamıyla kopamaz, çünkü üstyapı temelden çıkar ve kendisini meydana getiren bu temel üzerinde güçlü bir etkide bulunur.

Bundan dolayıdır ki, ekonomi politik, insanlar arasındaki üretim (ekonomik) ilişkilerini araştırır. Bununla ilgili olarak, üretim araçlarının mülkiyet şekillerini, üretim içinde bulunan farklı toplumsal grupların durumunu ve onlar arasında var olan ilişkileri maddi malların bölüşüm biçimlerini inceler.

Türkiye ekonomisi açsından duruma bakılacak olursa son otuz yıldır uygulanan iktisat politikası seçeneğinin küresel faktörlerinde etkisiyle yavaş yavaş sonuna geldiğini gözlemlemekteyiz. Nitekim Türkiye’de 2001 krizini anımsayalım. Tüm finans sektörünün çöktüğünü gözlemledik. En son 2007/2008 küresel krizin etkileri dünya ölçeğinde hala devam ediyor. Nitekim Dünya ölçeğinde ülkelerin büyüme hızları düşmeye başladı. Örneğin Çin 2010 yılına değin %10nun üzerinde büyürken, son iki yıldırt ancak %7 dolayında bir büyüme gerçekleştirdi.

Büyüme oranının bu düzeylerde kalması küresel ekonominin başrol oyuncularının durgunluğun kıyısında olduklarını gösteriyor. Çünkü faiz oranları birçok ülkede düşük seviyelerde seyrederken, yatırım ve tüketim harcamalarındaki artış oranı sınırlı düzeyde kalmaya devam ediyor.

2007 KRİZİNDE ABD para arzı artışı ile para politikasını, bir taraftan da kamu harcamalarını arttırarak maliye politikasını kullandı. Bu politikalar ABD’de kısmen işe yaradı. ABD ekonomisinde 2010 yılından itibaren büyümeye yeniden başladı.

Bu süreçte AB’de gecikmeli olarak parasal genişleme kervanına katıldı, ancak ABD gibi sonuç alamadı. 2015 yılında AB ve Euro alanında beklenen büyüme oranları yakalanmadı. Benzer şeklide Japonya ekonomisinde de canlanma gerçekleşmedi.

Türkiye bu ülkeler düzeyinde olmasa da, yetersiz büyüme sorunu ile karşı karşıyadır. 2012 yılından bu yana Türkiye bir türlü potansiyel büyüme oranı olarak görülen %5’lik büyüme oranını yakalayamadı. 2011 yılında %8 büyüdükten sonra hep %5’in altında kaldı. 2012-2015 döneminde en yüksek büyüme oranı %4,2 ile 2013 yılında yaşandı.

Bu dönemde iç talep ağırlıklı özelliklede de tüketim harcamalarına dayanan bir büyüme trendi ortaya çıktı. Yatırım harcamalarındaki değişim ise istikrarsız bir seyir izledi. Hatta 2016 yılının ikinci çeyreğinde yatırım harcamaları azalmaya başladı.

Şimdi Hükümet Türkiy’de tüketim harcamalarını arttırıp, böylece toplam talep ve büyüme oranını yükseltmek istiyor. Bunun için bireylerin düşük maliyetli krediye erişim olanaklarını arttırmaya yönelik düzenlemeler yapıyor. Ancak, son verilere göre konut dışında bu teşviklere kapılıp, krediye hücum eden pek yok. Tüketicilerin kredilendirme davetine icap etmemelerinin ana nedeni borçlanma oranının yüksek olması.

2011 sonrasında Merkez Bankası’nın finansal istikrarı sağlamak için uyguladığı makro ihtiyat politikaları tüketim eğilimini düşürmekte faydalı iken net ihracatı ve sabit sermaye yatırımlarını arttırmada yetersiz kaldığı görülmektedir. Başka bir deyişle, tüketim talebinin kısılması büyüme hızının düşmesi pahasına sağlanabilmiştir.

Açıkçası sorun çözülmemiştir. Türkiye Ekonomisinin ortalama büyüme hızını arttırabilmesi için ulusal tasarruflara dayalı sabit sermaye birikimini kalıcı bir şekilde arttırması gereklidir. Bunun yapılması hiç kuşkusuz zor bir tercihtir ve gerçekleştirilmesi köklü zihniyet ve iktisat politikası değişiklikleri gerektirir.

“TCMB indirsin faizi, büyüsün krediler, büyüsün ülke” basitliğine indirilen para politikası yaklaşımı gerçekçi değildir. Bu riskler yaratır. Bu riskler ilk aşamada gerileyen politika faizlerine karşın düşmeyen kredi faizleri ve canlanmayan kredi büyümesi olarak kendini gösterir. İkinci aşamada ise, gerileyen politika faizlerine karşın artan kredi faizleri ve çoğalan sorunlu krediler olarak karşımıza çıkar. İşte bu noktada borçlanarak harcamak üzerine kurulu bir büyüme modelinin sürdürülemez olduğunu yazan iktisatçı sayısı da bir den artar ama çok geç olur.