2000’li yılların en önemli özelliklerinden birsi ekonomik faaliyetlerin kompozisyonunda yaşanan hızlı dönüşümdür. Bu dönüşümün önemli bir kısmını inşaat faaliyetlerinin ekonomi içerisindeki ağırlığının artması oluştururken tarımın payı hızla ve neredeyse düzenli olarak, sanayinin payı ise düzenli olarak azalmıştır.

Sanayinin payının düşmesi ve hizmetler sektörünün ağırlığının artması bir sanayisizleşme süreci olarak adlandırılabilir. Bunun da en önemli nedeni 2001 krizi ile yaşan tahribatın ve bu tahribatın yarattığı sanayinin ithalata bağımlı bir yapıya doğru yönlendirmesinin yer aldığıdır. 

Nitekim 2001 sonrasında ise her ne kadar telekomünikasyon, ulaşım gibi altyapı desteği sağlamakta olsa da esasen pasif sanayi politikalarının etkin olduğu görülmektedir.  Aslında Türkiye Ekonomisi erken sanayisizleşme sürecini yaşamaktadır. Ekonomik büyümeye katkısı her geçen gün düşmektedir.

Diğer bir sorun ise Tarım sektöründe yaşanmaktadır. .2000’li yıllarda Türkiye tarımı,  hızlı bir biçimde geleneksellikten çözülerek yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Tarımsal destekleme politikalarının sınırlı kaldığı görülmektedir. Bütünlüklü bir tarım politikasından söz etmek mümkün değildir. Tarımda yaşanan dönüşümün doğrudan bir yansıması da dış ticaret verilerinde görülebilir. Türkiye tarımı net ithalatçı konuma geçmiştir.

Aslında bakılırsa, Türkiye’nin dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modeli başından beri dürdürülemez bir model olarak karşımıza çıktı. Bu modelin günümüze kadar işleyebilmesinin temel nedeni ise, Avrupa Merkez Bankası ve FED’in uyguladığı genişletici para politikası uygulamalarıdır. Bu tüm Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de bir likidite bolluğu yaratmıştır. Ama 2008 krizinden sonra bu durum yavaş yavaş tersine dönmeye başlamasıyla birlikte Türkiye bir döviz krizi ile karşı karşıya kalmıştır.

Türkiye’de som dönemlerde dolar cinsinden mevduatların toplam mevduatlar içerisindeki payı yüzde 57’lere çıkmıştır. Aslında bir anlamda dolarizasyon olgusu ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bunun da en önemli nedeni enflasyon oranlarındaki yüksekliktir.

2019’un son iki ayında cari işlem açığı oluşmaya başladı. Eğer ki iç talep artışları ortaya çıkarsa cari açığın artması kaçınılmazdır. Bu da dış ticaret açığı anlamına gelmektedir. Bu açık aynı zaman da büyüme hızının yavaşlamasına neden olacaktır. 

Ayrıca Türkiye’de işsizlik oranlarının yüksekliği, sadece yüksek büyüme hızlarıyla ve atıl kapasitenin azalmasıyla kendiliğinden çözülmesi mümkün değildir. Döviz kurundaki gelişmeleri içeren makro çerçeveden başlayıp, emek piyasasını yapısına, işgücünün eğitimine, yatırım ortamının iyileştirilmesine kadar uzanan ciddi bir yapısal değişime ihtiyacı vardır.

Aslında kapitalist dünya ekonomisi bugün, yatırım ve millî gelir hareketlerinde durgunlaşma, düşük enflasyon, düşük faizler ve hızlı borçlanma özellikleri taşıyor. Bu aslında bir talep yetersizliği anlamına da gelmektedir. Neden? Çünkü ücretler böyle bir durumda baskılanmaktadır. Ücretlerin baskılanması da talep yetersizliği anlamına gelmektedir. “Ücretler toplam talebin en önemli öğesidir. Ücretlerin bastırılması, böylece, artık değerin realizasyonu ile ilgili klasik Marksist soruna yol açar. Borçlanma maliyetinin düşüklüğü dahi yatırımları canlandıramaz.”

Son olarak koronavirüs (covid-19) salgını dünya ölçeğinde hızla yayılmasını sürdürmekte. Salgının küresel ekonomiye olan maliyetleri açıkça tartışılmaya başlandı. Salgının hem arz yönünden üretimi, hem de talep yönünden tüketim ve yatırım harcamalarını olumsuz etkileyerek dünya ekonomisinde süregelen durgunluk sürecini daha da belirgin hale getireceği artık açık biçimde gözlenmektedir. Özellikle Türkiye’nin ara malı ithalatının yüzde yedisini Çin’den yaptığı düşünülürse.