Yıl 1980’li yıllar sonrası idi. Her geçen yıl bir değerimiz suikast sonucu hayatını kaybediyordu.  O yıllarda takunyalılar mecliste sürekli aydın insanlarımızı hedef gösteriyor, köşe yazarlarının ağzından kuduz salyaları akıyordu. 1992-93 yılıydı. Yine bir aydınımız öldürülmüş biz Gazeteciler Cemiyeti olarak Atatürk’ün Cumhuriyet alanındaki heykeline çelenk koyuyorduk. Bu eylem bana hafif, hatta komik sıradan geliyordu. Daha etkili bir eylem koymalıydık. Sesimizi meclise, ülkeye duyurmalıydık. İşte o anda aklıma açlık grevi geldi. Yanımda duran İbrahim Akkaya’ya düşüncemi anlattım. ‘Nerede ve nasıl izin vermezler’ dedi. ‘Ben başlıyorum’ abi dedim. İşte tam o sırada yeni mesleğe başlamış olan bir meslektaşımız da ‘Ben de varım’ dedi. Ardından Mustafa isimli meslektaşımız da katıldı. Gazeteciler Cemiyeti çatısı altında böyle bir eyleme izin vermeyeceklerini söylediler. Korktular…

Biz o zaman cemiyetin yeni yeri Cumhuriyet Caddesi üzerinde yıkılan özel idare binası 1. katıydı. Biz de Cemiyetin altında bir ağacın altına gelerek oturmaya başladık. Yanımıza Akkaya gelerek elimizi sıkıp kutladı ve eyleme katıldı. Birden 6 kişi olduk. Cemiyet baktı olmayacak bizi içeri davet etmek zorunda kaldılar. Cemiyet çatısı altında tam 11 kişi olduk. Her gazeteden bir arkadaş bu eyleme katıldı. Sağcısıyla, solcusuyla, sosyal demokratıyla devrimcisiyle tek yürek olduk. Eylemin 48 saatinde sonucu o dönem CHP’den Deniz Baykal Antalya’ya bir basın ordusuyla gelerek eyleme son vermemizi ve meclise bir önergeyle eylemimizi tüm ülkeye duyuracağını söyledi. Söz verdi. Bu söz karşılığında eyleme son verdik. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez gazeteciler böyle bir tepkiyi ortaya koymuştu.

Olmadı…

Bitmedi zulümler, ölümler

Ne bizim açlık grevi, ne de barış şarkıları ağzından kan, salya akanları durduramadı. Kimi adına derin devlet dedi, kimi kontrgerilla dedi, kimi Jitem…

Aynı kişiler ölüm kusmaya, ülkenin aydınlarını öldürmeye devam ediyorlar. Biz halk olarak onları tanıyoruz, biliyoruz, ama ne hikmetse bulunamıyor bu katiller.

Çetin Emeç’ten başlayarak Bahriye Üçok, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Musa Anter, Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Gaffar Okan, Necip Hablemitoğlu, Hırant Dink, Tahir Elçi daha adını yazamadığım  aydınlar göçüp gitti…..

Hepsi de aynı eller tarafından yok edilmek istendi…

Olmadı başaramadılar, halkın yüreğinden silip atamadılar.

Gaffar Okkan’a da kıydılar. Çünkü o halk çocuğuydu. Uğur Mumcu da…

Uğur Mumcu nasıl öldürüldü ey halkım…

06 YR 245 Renault 12. 1984 model. Mavi. Park halindeydi. Sahibi geldi, bindi. Vitesi boşa aldı. Bum!

*
Kontağı çevirince havaya uçtuğu yazıldı ama, öyle değildi. Kriminal incelemede anlaşıldı ki, kontak sıfır pozisyonundaydı, kontak anahtarı da rahmetlinin cebindeydi. Isıya duyarlı plastik patlayıcı, bubi tuzağı düzeneğiyle, harekete duyarlı hale getirilmişti. Çok güçlü mıknatıs kullanılmış, vites koluyla el freni teli arasında, her iki şasesin bittiği egzos susturucusunun üst kısmına yapıştırılmıştı. Vites kolu levyesine misina bağlanmış, patlayıcı için tetik haline getirilmişti. Tatbikatlarda görüldü ki, otomobilin altına girip, bu düzeneği monte etmek en fazla 45 saniye sürüyordu. Rahmetli otomobiline bindi. Vites bire takılıydı. Park ederken öyle bırakmıştı. Kontağı çevirmeden önce boşa aldı.
Misina gerildi, bum! Darmadağın olan otomobilin parçaları kriminal polis laboratuvarına götürüldü. İncelendi, emniyetin otoparkına kaldırıldı.

Aradan yıllar geçti…

Ne ölenler, ne katillerini unutmadık, unutmayacağız.

Hapsini tek tek kalbimize, beynimize yazdık…

Gelir günler gelir yarem sarılır…

Bir gün olur elbet hesap sorulur…