“Teyzem birazdan aşağıda olur, Bay Nuttel,” dedi on beşindeki bilgiç küçük hanım “O gelene kadar bana katlanmanız gerekecek.” Framton Nuttel, doğrusu teyzenin aşağıya inmesinin biraz vakit alacağını da hesaba katarak, yeğenin gururunu okşayacak uygun birkaç kelam etmeye çalıştı. Ama bir yandan da, tamamen yabancı olduğu insanlara yaptığı bu nezaket ziyaretlerinin gördüğü sinir rahatsızlığı tedavisine nasıl bir yararı olabileceğini geçiriyordu aklından. Taşraya kaçıp dünyadan elini eteğini çekmeye hazırlanırken, “Neler olacağını adım gibi biliyorum,” demişti kız kardeşi “orada kendi kabuğuna çekileceksin, tek bir Allah’ın kuluyla iki satır konuşmayacaksın, sonunda can sıkıntısından sinirlerin daha da harap olacak. Sana oradaki tanıdıklarıma yazılmış birkaç tavsiye mektubu vereceğim. Hatırladığım kadarıyla bazıları hoş insanlardı.” Hafifçe titreyerek sustu. Teyze onca geciktiği için özürler dileyerek telaşla odaya girince, Framton rahat bir nefes aldı. “Umarım, Vera sizi ağırlamakta kusur etmemiştir?” dedi kadın. “Hayır, çok ilginçti,” dedi Framton. Bayan Sappleton, pat diye, “Umarım, şu açık pencere sizi rahatsız etmiyordur,” dedi “kocamla kardeşlerim avdan dönecekler de, eve hep buradan girerler. Bugün bataklığın orada, çulluk avına çıkacaklardı, döndüklerinde zavallı halıcıklarımı çamur içinde bırakacaklar yine. Siz erkek milleti böylesinizdir işte!” Framton, hafifçe ürpererek, Bayan Sappleton’ın duygularını anlayıp paylaştığını belirten bir bakışla yeğene döndü. Çocuk, gözleri yuvalarından uğramış, açık pencereden dışarıya bakıyordu. Tarifsiz bir dehşete kapılarak donakalan Framton koltuğunda döndü ve aynı yöne baktı. Üç karaltı, bahçenin gittikçe kararan alacakaranlığında pencereye doğru yürümekteydi üçünün de kollarının altında tüfekler vardı, biri de beyaz bir trençkotu omuzlarına almıştı. Yorgun bir kahverengi spanyel hemen yanlarında ilerliyordu. Sessizce eve yaklaşıyorlardı ki, genç, boğuk bir ses karanlığın içinden bir şarkı tutturdu: “Bertie, terk etme beni, cancağzım?” Framton, bastonuyla şapkasını kaptığı gibi, salon kapısını, çakıllı yolu, bahçenin ön kapısını yel yepelek geçti, arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Yolun karşısından gelen bir bisikletli ona çarpmayayım derken çite toslayıverdi. Beyaz trençkotlu adam, pencereden girerken, “İşte geldik canım,” dedi “epeyce çamura battık, ama bereket çoğu kuru. Kimdi o biz gelirken kelle götürür gibi kaçıp giden?” “Çok garip bir adam, Bay Nuttel diye biri,” dedi Bayan Sappleton “yalnızca hastalıklarını anlattı durdu, sonra da sizin geldiğinizi görünce bir hoşça kal demeden, özür bile dilemeden fırladı gitti. Gören de hortlak görmüş sanır.” Yeğen, istifini bozmadan, “Galiba spanyel yüzünden,” dedi “köpeklerden çok korktuğunu söylemişti. Bir defasında bir sürü sokak köpeği onu Ganj nehri kıyısında bir mezarlığa kadar kovalamış, geceyi yeni kazılmış bir mezarda geçirmek zorunda kalmış, ağızlarından köpükler saçılan köpekler de sabaha kadar tepesinde havlayıp hırlamışlar. Kim olsa ödü patlar.” Bir ayak üstünde kırk yalanın belini bükmekte hiç kimse bu kızın eline su dökemezdi.