Bundan yıllar önce, William Legrand adlı biriyle dostluğum olmuştu. Huguenot isminde köklü bir aileden geliyordu ve bir zamanlar epey varlıklıyken birbirini izleyen talihsizlikler sonucu yoksul düşmüştü. Başına gelen felaketlerden sonra çevresi tarafından aşağılanmak istemediğinden, atalarının kenti New Orleans’tan ayrılıp Güney Carolina dolaylarındaki Charleston yakınlarında bulunan Sullivan Adası’na yerleşmişti. Hayli garip bir adadır burası. Üç mil uzunluğundadır ve deniz kumundan başka neredeyse hiçbir şey barındırmaz. Genişliği çeyrek milden fazla değildir. Zar zor seçilebilen bir dereyle anakaradan ayrılır. Bataklık kuşlarının çok sevdiği bu dere sazlıklı ve çamurlu bir bölgede ilerler. Bitki örtüsü tahmin edileceği üzere seyrek ya da en azından bodurdur. Etrafta görkemli tek bir ağaç bile yoktur. Batı sınırının yakınında Moultrie Kalesi ve yazları Charleston’ın tozundan ve sıcağından kaçanların kiraladığı virane kulübelerin bulunduğu yerde tüylü, cüce palmiyelere rastlanabilir. Bu batı ucu ve sahil şeridindeki sert, beyaz kumsal dışında adanın her yeri, İngiliz bahçıvanlar tarafından pek sevilen hoş mersinlerle doludur. Boyları dört-beş metreye varan ve etrafa güzel kokular yayan bu bodur ağaçların aralarından geçmek neredeyse imkansızdır. Bu korunun derinlerinde, adanın doğu ucuna yakın bir yerde küçük bir kulübe inşa etmişti Legrand. Onunla rastlantı sonucu tanıştığımızda da bu kulübede kalıyordu. Çok geçmeden iyi dost olmuştuk çünkü bu münzevi adam ilgi ve saygı uyandıran özelliklere sahipti. Epey iyi bir eğitim aldığını, olağanüstü akli melekelere sahip olduğunu görmüştüm ama ne yazık ki insan içine girmekten hoşlanmıyor, coşku ile melankoli arasında gidip gelen ani duygu zıtlaşmaları yaşıyordu. Yanında pek çok kitabı olmasına karşın bunları okumuyordu. Başlıca eğlencesi avlanmak ve balık tutmak ya da sahil ve koru boyunca gezintiye çıkıp deniz kabuğu ve böcek örnekleri aramaktı. Elindeki böcek koleksiyonu Swammerdam’ı ((1637-1680). Hollandalı biyolog ve böcekbilimci) bile kıskandıracak boyuttaydı. Bu gezintilerinde ona, servetini kaybetmeden önce azat ettiği kölesi, Jupiter adında yaşlı bir zenci eşlik ederdi. Onu yanından ayrılmaya ne vaatlerle, ne de tehditlerle ikna edememiş, Jupiter genç “Will Efendi”sinden ayrılmaya bir türlü yanaşmamıştı. Belki de akrabaları, Legrand’ın aklının pek yerinde olmadığını düşünüp, gezginin böylelikle bakılacağını ve korunacağını hesap ederek bu inadı Jupiter’e yavaş yavaş aşılamışlardı. Sullivan Adası’nın bulunduğu enlemde kışlar nadiren sert geçer ve güz zamanı ateş yakıldığı pek görülmez. Ama 18- Kasım’ın ortalarında aşırı soğuk bir gün yaşanmıştı. Günbatımından hemen önce mersinlerin arasından ilerleyerek arkadaşımın kulübesine gittim. Onu haftalardır ziyaret etmiyordum, çünkü o sırada, adadan dokuz mil uzaklıktaki Charleston’da kalıyordum ve o günlerde adaya gidip gelmek şimdiki kadar kolay değildi. Kulübeye varınca her zaman yaptığım gibi kapıyı çaldım. Yanıt alamayınca anahtarı saklı olduğu yerden alarak içeri girdim. Ocakta tatlı bir ateş vardı. Bu alışılmadık bir durumdu ve beni minnettar bırakmıştı. Paltomu çıkardım, çıtırdayan odunların yanına bir koltuk çektim ve oturup ev sahiplerinin gelmesini sabırla beklemeye koyuldum. Karanlık çöker çökmez geldiler ve beni gördüklerine sevindiler. Ağzı kulaklarına varan Jupiter akşam yemeği için sutavuğu pişirmeye karar verdi. Legrand ise coşku nöbetlerinden –buna başka ne diyebilirim ki?- birini geçiriyordu. Çift kabuklu yumuşakçalardan bilinmeyen, yepyeni bir cins keşfetmişti. Daha da önemlisi Jupiter’in yardımıyla bir scarabaeus (Böcek anlamında Latince kelime. Aynı zamanda kınkanatlı böcekler familyası.) yakalamıştı. Bunun da yepyeni bir cins olduğuna inanıyor, ertesi gün bu konuda fikrimi almak istiyordu.