Dönemin Milliyet Gazetesi Muhasebe Müdürü dayım Selçuk Salkım ile gazetenin kapısından ilk içeriye girdiğimde tarihler 25 Eylül 1988’i gösteriyordu. Sınıfta kalmıştım. Yıllarca yaz aylarında sanayide çalıştığım iş yerinin de personel ihtiyacı kalmamış ve ben açıkta kalmıştım. Ailem lise 1’den sonra, lise 2’de de sınıfta kalınca iyiden iyiye benden umudu kesmişti. Ne yalan söyleyeyim zaten bende benden umudu keseli çok olmuştu… Belki de hala bana inanan, bana kefil olan bir tek dayım kalmıştı. Belki bundandır ki, hala kendisi benim için babamdan ötedir. Milliyet Gazetesi’nin yeri özel idare binasının karşısındaydı. Deniz kenarındaki gazete, yırtılmış halıfleksleri, kırık mobilyası ile mezbelelik bir haldeydi. Büro Şefi Yakup Özyıldız, muhabirler ise Deniz Akgün ve Mahmut Üründül’dü. Birde çay yapan Sevim ablamız vardı. Şefimiz sert bir görünüm altında o kadar iyi niyetliydi ki, işe bir gün gelip 3 gün gelmeyen Sevim ablaya hiç kızdığını duymadım. Tabi bu arada çay işleri bendeydi. Dayım mı tembih etmişti, yoksa şef mi öyle uygun görmüştü bilmiyorum ancak ilk aylarda hiç habere gidemedim. Şef izin vermiyordu. Yakup Bey’e o dönem o kadar kızarken, ne kadar büyük dersler aldığımın farkında bile değildim.

TUTKU VE ÖZLEM

Orada oturduğumu zannedip, aslında her gün bir şey öğreniyordum. Ofisin işleyişi, haber yazımı, karanlık odada film sarma, banyo, karta basma. Aradan 6 ay geçmişti ki, artık bir çok konuya hakim olmuştum. Bu arada sürekli daktilo ile yazı çalışıp, hızlanıyordum. Artık habere çıkmak benim için büyük bir tutkuydu, özlemdi. Ancak şef asla izin vermiyordu. Aylarca hiç izin yapmadım. Sonra izin günlerimde Özel İdare binasının orada şeften saklanıyor, habere çıkan Deniz abi veya Mahmut abinin peşine takılıyordum. Nihayet şef habere çıkmama izin verince de hemen dayımı arayıp makine parası istedim. Gönderdi ve ilk fotoğraf makinamı almış oldum. O gün dünyanın en mutlu insanıydım. Artık hayalimi gerçekleştirebilecek ve tek başıma habere çıkacaktım. Aslında Mahmut ve Deniz abiden ne çok şey öğrenmiştim. Bu iş benim için artık iş olmaktan çıkmıştı. Gözüm haberden başka bir şey görmüyordu. Geceleri bile eve değil hastaneye gidip acilinde bekleyip haber yapıyordum. Artık tecrübeliydim. Şeften bir gazetecinin hayata dair duruşunu, Mahmut abiden fotoğraf çekmeyi, Deniz abiden haber yazmayı öğrenmiştim. Lise sınavına girmeyerek aileme sınıfta kaldım atıldım diyecek kadar da mesleği seviyordum. Askerlik sonrası devam ettim. Her haber yaptığımda, her haber yazdığımda, her haberim çıktığında mutlu oldum. Bu mesleğin her yerinde görev yaptım. Karanlık odacılık, muhabirlik, istihbarat şefliği, büro şefliği, haber müdürlüğü, temsilci vekilliği, köşe yazarlığı, editörlük, yazı işleri müdürlüğü ve gazete sahipliği… Yeri geldi puromu yakıp patron oldum dedim, yeri geldi matbaada gazete tekleyip sırtımda gazeteleri abonelere dağıttım.  Kalemimi kaç defa kırdığımı hatırlamıyorum ama, hiç satmadım. Şu anda bir sürü sıkıntı var, dert var, hapis var, sefalet var, candaş var, yandaş var… Yani meslekte her türlü sorun, itibarsızlaşma, dayatma var. Ama tüm bu şartlara rağmen, dünyaya bir daha gelsem yine gazeteci olmak isterdim. Çünkü ben bu mesleğe AŞIĞIM BE USTA…

Aramızdan ayrılan meslek büyüklerimizi rahmet ve minnetle andıktan sonra, Çalışan Gazeteciler Günümüz kutlu olsun arkadaşlar…

GÜLE GÜLE MÜDÜRÜM

Dün bir haberle sarsıldım. Bana göre Antalya’nın en iyi emniyet müdürlerinden Natık Canca aramızdan ayrıldı. En son kendisini Afyon’da ziyaret edip, sohbet etme imkanı bulmuştum. Başarılı polis müdürü olmasının yanı sıra, çok iyi bir dost, çok iyi bir eş, çok iyi bir babaydı. Bu arada bazı insanlar anılarıyla, bazı insanlar analarıyla anılırlarmış… Müdürümü hep anılarıyla anacağım. Başın sağ olsun Nurdan abla, başın sağ olsun Antalya. Nurlar içinde yat müdürüm…

Esen kalın…