Aslında 1980’li yıllardan günümüze kadar olan ekonomik süreç küreselleşme olarak adlandırılmaktadır. Küreselleşmenin hem Dünya hem de Türkiye ekonomisi üzerinde oldukça derin etkiler yarattığı aşikardır. Uluslararası piyasalar arasında finans kapitalin serbestçe dolaşımı, sermaye hareketleri ödününde hiçbir yasal kısıt ve engelin olmadığı bir ekonomik durum ile karşı karşıya kalındı.

Uluslararası sermaye hareketlerinin bu dolaşımı piyasalarda bolca liktide anlamına gelmektedir. Bu likit bolluğundan doğal olarak ülkemizde nasibini almıştır. Nitekim özellikle 2001 krizinden sonra likidite bolluğundaki artış bireylerin banka kredileri aracılığıyla daha fazla tüketimde bulunmalarına yol açmıştır. Bol likidite tüketim artışı yaratırken aslında beraberinde üretime dayalı bir ekonomik modelin terkedilmesiyle sonuçlanmıştır. Çünkü döviz kurlarında ortaya çıkan düşüşler ithalatı daha cazip hale getirmiştir. Türkiye’deki sermaye girişi arazi ve inşaat spekülasyonuna gidiyor. Dışarıdan gelen ucuz döviz girişi ya da sıcak sermaye akımı diyelim ulusal para biriminde aşırı değerlenmeye neden oluyor. Dış borçlanma ve aşırı değerli para birimi yaratan bu girişler, yurt içi üreticiler arasındaki bağı koparıyor. Ucuzlayan yabancı mallar ara malı üreticilerini yok ediyor. Orta boy şirketler piyasada giderek çekilirken, ara mallarında dışa bağımlılık artıyor. İhracat ve üretim yapmak için giderek daha fazla ithalata bağımlı bir ekonomik yapı ortaya çıkıyor. Bu da ortaya cari açık sorununu çıkarıyor. Cari açık genelde finansal bir risk olarak algılanıyor. Kuşkusuz doğru ama bundan daha fazlası var. Cari açığın tahribatı bunun ötesinde üretimde büyük tahribatlara neden oluyor.

Bu doğrultuda finans kapitalin yeni yüzyılın başlarında tüm dünya için yaygınlaştırdığı enflasyon hedeflemesi stratejisi benimsenmiştir. Enflasyon hedeflemesi programını özetlersek: TCMB politika faizi enflasyon üstünde belirlenecek döviz kuru ise serbest (dalgalı) bırakılacaktır. Daha kestirme bir ifade kullananlar da var: Yüksek faiz, ucuz döviz politikası. Olabildiğince yüksek faiz vererek, döviz kurunu aşağı çekip, ana girdileri ve ithalatı ucuzlatarak, enflasyonu düşürmeye çalışmak stratejisi olarak tanımlanabilir.

Aslında Türkiye 2001 yılından bu taraf uyguladığı ekonomi politikası bu şekilde biçimlenmişti. Üretimden kopuk tamamen inşaata dayalı bir ekonomik büyüme modeli tercih etmişti. Bu model artık sürdürülemez boyutlardadır. Çünkü ekonominin en temel göstergesi olan işsizlik oranları sürekli artma eğilimine girmiştir. Üretimden kopuk bir büyüme modelinin en önemli sonuçlarından birisi olarak karşımızda durmaktadır.

Şu anda tüm Dünya ülkemizde dahil bir virüs ile savaş halinde. Covid-19 krizi, küresel ekonomideki dengesizliklerin üzerine oluştu. Bu ekonomik durumun daha da vahim hale geneleceğinin göstergesidir. Küresel ekonominin içine sürüklendiği büyük durgunluk 2008/09 krizinden bu yana aşılabilmiş değil.

Koronavirüs krizi gelişmekte olan ülkelerin yapısal işsizlik ve teknoloji açıkları, yüksek borç yükleri ve finans piyasalarındaki spekülatif kaynaklı dış kırılganlıkları ile birleştiğinde, alınabilecek tedbirlerin etkinliğini de kısıtlamakta. Koronavirüs krizi her anlamda eşitsizlik üzerinden besleniyor.

Küreselleşmeye bağlı olarak şirketlerin üretim merkezlerini, satış noktalarını, yönetim yerlerini çeşitli ülkelere dağıtmasının ortaya çıkan bu durum karşısında ne kadar ciddi sorunlara davetiye çıkardığı sorgulanmaya başlıyor. Gerçekten de dünyanın dört bir yanına dağıtılan üretim, satış, yönetim, dağıtım sistemleri resmen çatırdıyor.

Hizmetler sektörünün sosyal mesafe koyma tedbiri nedeniyle en çok olumsuz etkilenecek sektörlerden biri olacaktır. . Hizmetler sektörüne bir değer zinciri yaklaşımı İçinde bakıldığında buradaki talep daralmasının yalnızca bu sektördeki faaliyet hacmini değil, pek çok sektördeki faaliyet hacmini de olumsuz etkileyeceğini görmek mümkündür. En önemli sorun talep yanlı düşüşlerin ortaya çıkaracağı etkidir. Satın alma gücü kaybolan tüketici piyasadan çekilecek ve dolaysıyla hizmet sağlayan kuruluşlar bu durumdan zarar görecektir. Sektörlerin birisinde ortaya çıkacak bir çöküş aynı değer zinciri içerisinde yer alan diğer işletmeleri de etkileyecektir. Önlemler bir an öce alınıp hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Bu kapsamda ilk ve en önemli politika, Covid-19 kısıtlamalarından dolayı işini kaybeden insanlara gelir desteği sağlanması olmalı. Devletin belli bir süreliğine işgücü ödemelerinin ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin sermaye kazancının belli bir kısmını üstlenmesi gerekecektir. Ek kaynaklar, kredi teşviklerine, şirket kurtarmalarına değil, sadece sağlık harcamalarına ve emekçilere dönük nakit aktarımlarına ayrılmalıdır. Yoksa köprünün altından çok sular akar….