Yıl 2001. Bir kitapçık Türkiye’yi dönülmez bir krize soktu. O sabah Mili Güvenlik Kurulu toplantısı yapılacaktı. Zor durumda Türkiye için çıkış yolları aranıyordu. Toplantı başladı. Toplantıya dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Bülent Ecevit girdi ve gerginlerdi. Çünkü sorunlar iyiden iyiye büyüyordu. Türkiye normal uyandığı günü krizle bitirecekti. Toplantı saati geldiğinde Sezer, MGK salonuna doğru yöneldi. Ecevit ve yardımcısı Mesut Yılmaz da kendisini takip etti. Bu kısa yürüyüş sırasında Ecevit’in Sezer’e, “Yönetsel yetkilerimi kullanmayı engelliyorsunuz. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulundan elinizi çekin” dediği duyuldu. Ancak Sezer, herhangi bir tepki vermedi. MGK başladığında, Sezer herkese “Hoş geldiniz” dedikten sonra, “Gündeme geçmeden önce söylemek istediklerim var” diyerek, önünde bulunan dosyayı açtı. Sezer, Başbakan Ecevit’e dönerek, “Sayın Ecevit bankalarla ilgili benim Devlet Denetleme Kurulunu devreye sokmama tepki gösteriyorsunuz. Siz, basına ‘Denetimin denetimi mi olur?’ diyorsunuz. Burada yapılan nedir? Hükümet olarak kamuoyu önünde beni küçük duruma düşürüyorsunuz. Beni yıpratmak için uğraşıyorsunuz” ifadesini kullandı. Ecevit, bu noktada Sezer’in sözünü keserek, “Konuşmanız bitti mi?” diye sordu. Sezer, “Hayır bitmedi” diyerek ses tonunu yükseltip devam etti ve “Bu yoksul halkın bankalarda 12 milyar doları gitti. Bugün hala kamu bankalarında yolsuzluklar oluyor. DDK devreye girdi diye niye rahatsız oluyorsunuz?” sorusunu yöneltti.

KİTAPÇIĞI FIRLATTI

Ahmet Necdet Sezer, sözünün hemen ardından önünde duran Anayasa kitapçığını kaldırıp, “Denetimin denetimi mi olur diyorsunuz. Anayasa’nın 108’inci maddesi ortada. Bal gibi olur. Anayasa’yı bilmiyorsunuz, bu sözleri söylüyorsunuz” dedi. Bu arada Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan araya girdi ve “O Anayasa’yı bir de biz görelim, anlayalım” diye konuştu. Sezer, Özkan’ın bu sözüne sinirlendi ve elindeki Anayasa kitapçığını, Ecevit ve Özkan’ın bulunduğu yöne doğru fırlatarak, “Alın okuyun o zaman” diyerek sesini yükseltti. Anayasa kitapçığı Ecevit ve Özkan’ın arasına düştü. Bu tavır üzerine Ecevit, sinirli bir şekilde masadan kalktı. Hemen ardından Mesut Yılmaz da kendisini takip etti. Başbakan Ecevit, kapıyı çarpıp salonu terk ederken, gerilim de arttı. Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, hemen devreye girip, Ecevit’in önüne fırlattığı Anayasa kitapçığını aldı ve Sezer’in bulunduğu yöne doğru aynı şekilde fırlattı. İşte her şey bu saatten sonra felakette döndü. Türkiye bir anda kendini büyük bir ekonomik krizin ortasında buldu. Kitapçık krizi, aynı gün içinde tüm ülkeyi etkisi altına alan ekonomik bir krize dönüştü. Türkiye’nin Şubat 2001 ekonomik krizi beklenmedik ölçüde ekonomik daralmayla sonuçlanmasının ötesinde, ülkenin orta vadedeki perspektifini değiştiren yeni koşulları da beraberinde getirmiştir. 2001 krizi ile birlikte Türkiye öngörülemeyen, dar boğaza kadar giden, bir finansal krizin eşiğine geldi. Bir gün önce 670 bin TL olan dolar 1 milyon TL’yi aştı. Bunun sonucunda yabancı bankalar vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlayınca 21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz yüzde 6200’e kadar çıktı. Yapılan bu örtülü devalüasyon ile, TL’nin değeri yüzde 40 civarında düştü. Devletin borcu da 29 katrilyon TL arttı. Krizin etkileri yıllarca devam etti.

Yıl 2022. Aradan 21 yıl geçti. Türkiye ne durumda? Bunu uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Size Türkiye’nin nasıl bu duruma geldiğini de anlatmak isterdim. Ancak yeni çıkan Basın Ahlak Yasası’ndan dolayı gazeteyi zora sokabilirim. Bunları size anlatmama engel olanlar utansın. Neyse biz konuya geri dönelim. Türkiye’de dolar, euro, altın fiyatlar almış başını gidiyor. Türk Lirası her gün biraz daha değer kaybediyor. Enflasyon yüzde 72’lerde. Vatandaş kan ağlıyor. Sesini duyuramıyor. Hatta Ekonomi Bakanı da şöyle bir cümle kurmuştu: “Türk Lirası en düşük durumda, daha ineceği bir yer yok, vatandaş rahat olsun.” Şimdi bu cümleyle birlikte vatandaş nasıl rahat olsun? Benim asıl değinmek istediğim konu şu:

“Türkiye ‘Kitapçık Krizinden’ sonrada çok kriz atlattı. Ancak hiç böyle bir durum görmedi. Bu durumu şöyle açıklamak istiyorum. Geçmiş dönemleri krizleri araştırdığımızda bazı çarkların bozulduğunu, fakat bazı çarkların hala sağlam olduğunu görüyoruz. Bu bozulan çarkları düzelttiğinizde ekonomik krizi de düzeltmiş oluyordunuz. Şu anda Türkiye’de sağlam çark kalmadığını görüyoruz. Adalet, ekonomi, sağlık, turizm, yönetim şekli. Hepsi bozulmuş durumda. Peki sağlam çark kalmayan bir ülkeyi nasıl düzelteceksiniz? Bütün çarkları değiştirerek mi? Hangi birini değiştireceğiz?”

‘Bu ülke nasıl düzelecek?’ sorusunu çok sık duymaya başladım. Şunda bir anlaşalım Atatürk gibi bir kahraman beklemeyelim. Ancak 20 yıldır deneni denemek mantıklı mı? Bu sözlerden, ‘muhalefet doğru, onları seçelim’ demiyorum. Ben denenmişi denemeyelim. Yeni gelenlerin eline de bu kadar ipleri vermeyelim diyorum. Seçimlere 1 yıl kaldı. Belki de erken seçim olacak. Biz efendi olduğumuzu, iplerin tamamen onların elinde olmadığını unuttuk. Unutmayalım. Seçimlere yakın hepsi kapımıza gelecek. Belki biraz para, biraz makarna verip, gözümüzü boyamaya çalışacaklar. Kanmayalım. Kanarsak eğer bu günlerimizi mumla arayacağız. Muhalefet yetkililerini gördüğünüzde de iyi dinleyin, soru sorun, tartın sonra karar verin. Siyasi partiler, futbol takımı değil. 20 yıl sonra tekrar dönüp, dolaşıp aynı yere geldik.

Şunu bir düşünün Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşına girecek. Gelen kötü yöneticilerin kötü yönetiminden dolayı çok çekmedik mi? Filler tepişti, ezilen halk oldu. Atatürk nasıl bir miras bırakmışsa artık yiye yiye bitiremedik. Bu kadar yememize rağmen bitmeyen mirasın büyüklüğünün farkına vardığımızda kurtulacağız…