Karl Marx’ın dediği gibi “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” Yani insanlık tarihi bir anlamda bir iktidar mücadelesi tarihidir. Devletin ortaya çıkışından bu yana iktidar mücadelesi hep var olagelmiştir. İktidar mücadelesi tüm insanlık tarihi boyunca olduğu gibi bugün de bireyin yaşamında önemli bir yer tutmaktadır.

Bugün başta batılı emperyalist ülkeler olmak üzere iktidar mücadelesinde popülist siyasal hareketlerin güçlendiği ve gelişmekte olan kimi demokrasilerde otoriter yönetimlerin yükselişe geçtiği dikkat çekmektedir. Bu durum demokrasilerde gerileme olarak adlandırılsa da gerçek olan, kapitalizmin yapısal krizi ve bu krizden çıkış için uygulanan Neoliberal politikaların tüm dünyada yarattığı yıkımdır. Bu yıkım öyle büyük boyutlara ulaştı ki, kitlelerdeki hoşnutsuzluk kimi yerlerde başkaldırıya dönüştü.

Krizi aşmaya çalışan sistem kendini yeniden üretmekte, toplumu değiştirip dönüştürmekte ve rıza üretmekte zorlanır oldu. Adeta tıkandı. Artık eski yol haritasıyla yürüyemeyen egemenler işte bu aşamada baskıcı ve otoriter rejimlere yöneldiler.

Bizde otoriterleşme eğilimi hep vardı. “Her on yılda bir müdahelenin olduğu ülkede demokratik bir dönem var mı?” sorusunu sormak bence daha anlamlıdır. Otoriterleşme süreci 1980 sonrası uygulamaya konulan ve 2000’lerde hız kazanan Neoliberal politikaların sonucunda, hızlı ve etkin karar alma gerekçeleriyle adım adım inşa edilmiştir. Otoriterleşme eğilimi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin 9 Temmuz 2018’de yürürlüğe girmesiyle yeni bir evreye geçmiştir. Bu basit bir yönetim biçimi değişikliği olmayıp bir siyasî rejim değişikliğidir.

Bu değişiklik, Türkiye’nin zayıf ve kusurlu demokrasisiyle açıklanamaz. Egemen sınıflar tarafından Neoliberal dönemin bir ihtiyacı olarak “otoriterleşme” benimsendi. Popülizm ile beslenerek güçlendi. Tüm dünyada olduğu gibi bizde de Neoliberal politikaların uygulanması için gerçekleştirildi.

Burjuvazi kendi içinde bölünmüş olsa da tek adam rejiminden duyduğu memnuniyeti her fırsatta dile getirmiştir. Şimdi de ülke halklarını faşizmle mi, burjuva parlamenter sistemiyle mi yönetilmesi konusunda bir seçime zorlamaktadır.

Seçim sonrası bizim için elbette her şey çok güzel olmayacak. Bizleri zor günlerin beklediğini, bugünden yarına sorunların çözülmeyeceğini biliyoruz. Eşit, özgür ve demokratik bir ülke yaratma mücadelesi devam edecek. Emekten, barıştan, demokrasiden yana olanları zorlu geçecek bir mücadele dönemi beklemektedir. Bu uzun yürüyüşün zorluğunun tabi ki bilincindeyiz. Bizimkisi ayrık otlarından temizlenmiş bir yolda yürümek.

Unutmayalım ki Türkiye’nin gittikçe daha çok otoriterleşmeye değil emek, barış, demokrasi, adalet, eşitlik ve özgürlük ekseninde birleşmeye ve bir araya gelmeye ihtiyacı vardır. Bizim temel ihtiyacımız budur.

Türkiye, cumhuriyet tarihinin belki de en kritik seçimini gerçekleştiriyor!

14 Mayıs seçimlerinin sonucunda cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kaldı. Olağan koşullarda yapılmayan bu seçimlerde, iktidar güçlerinin her türlü sandık hilelerine başvurduğu ortaya çıktı. Ancak gerçek tablo seçim hileleriyle açıklanamaz ve çıkarılacak çok ders var. Fakat muhalefetin asıl sorgulaması gereken şey “deprem felâketi sonrası artık hiçbir şey eskisi olamaz” derken AKP’nin ve MHP’nin nasıl bu kadar oy alabildikleri, kitleleri nasıl manipüle ettikleri olmalıdır.

İktidar bu seçim sürecinde milliyetçiliği, dini ve her türden gericiliği yıkıcı bir silah olarak kullandı. Ülkede bir yandan siyasi gerilimi, kutuplaşmayı ve otoriterleşmeyi tırmandırırken diğer yandan elindeki devlet gücünden her alanda sonuna kadar yararlandı. %95’ini kontrol altında tuttuğu medya üzerinden yapılan kara propagandalarla ülke adeta ablukaya alındı. Tam bir psikolojik harp stratejisi uygulandı. Bugüne kadar benzeri görülmemiş bir şiddet ve hakaret dili kullanıldı. Seçim değil de sanki savaştaymışız gibi gerilim dolu bir süreç yaşadık, hala da yaşıyoruz.

Bütün bunlar neden yaşanıyor?

Çünkü tek adam rejimi tüm birikimini tüketti. Artık halka vereceği hiçbir şey kalmadı. Bu zor durumdan kurtulmak ve kendi bekasını güvence altına almak için her türlü yalana, medya manipülasyonlarına ve meşru olmayan yollara başvurmaktan çekinmiyor. Hatta zaman zaman hukuk dışına çıkmayı bile bir çıkış yolu olarak görüyor.

Türkiye 29 Mayıs’a gebe. Yeni bir doğum gerçekleşecek. 28 Mayıs’tan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bunun bilincinde olarak pompalanan her türlü umutsuzluğa, her türlü baskıya, korkuya, bu iş bitti algısına rağmen mutlaka sandığa gitmeliyiz. Konfor alanlarımızdan çıkıp oy vermeli ve demokrasiden yana oyumuzu kullanmalıyız.

Ya “yetti gari” deyip son vereceğiz bu ucube tek adam rejimine ya da Cumhuriyet tarihinin en gerici, ırkçı, ayrımcı, baskıcı otoriter ittifakı halkın rızasını da alarak faşizme dönüşecek.