Yuvası sonsuz ufuklara bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İlkbaharın tatlı ince, uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgın naralarla havayı çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyade geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, kuvveli bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi sene içinde birkaç defa halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli gizli, işaretlerle edâ ederdi.Elli yaşına gelince, korsanlar onu, “Artık iyi kürek çekemez!” diye çıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On sene kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Allah’a çok şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Abdest alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün ümidi, memleketine, Edremit’e kavuşmaktı. Otuz sene içinde hiç bir an ümidini kesmedi. “Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma öyle inanırım!” derdi. En şanlı, en meşhur Türk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı’nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ücra adalardan cizyeler(vergi) almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle berbat etmişti. O vakitler Türkeli’nde nâmı dillere destandı. Padişah bile kendisini, saraya çağırtmış, maceralarını dinlemişti. Çünkü, Hızır Aleyhisselâm’ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tamamıyla başka bir cihandı(dünya). Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, senesi bir büyük günle bir büyük geceden ibaret olan başka cihanda almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, esir dolu vatana dönerken, kenarsız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale’yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba hâlâ sağ mıydı? Kırk senedir, yalnız taht yerinin, İstanbul’un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. “Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş’ın önüne demir atarım” diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde azat etti. Bu azat etmek değil, sokağa, perişanlığa atmaktı. Yaşlı esir, bu viran bağın içindeki harap kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On sene daha geçti. Artık hiç kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu. Nereye gidecekti? Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Hakikaten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı. “Acaba rüyam devam mı ediyor?” şüphesine düştü. Fakat uyanıkken rüya görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı. Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Vurulursun! Vatana hasret gidersin! Diye onu gemiye bırakmak istedi. Kara Memiş, o vakit birdenbire gençleşmiş bir kaplan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek  Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? Dedi.