Yetmiş yaşlarında, yalnız yaşayan, çökkün bir ihtiyar olan,
esnaf takımından Mihail Petrov Zotov sabahleyin gözlerini açtı. Soğuktan,
yaşlılıktan dolayı tüm bedeninde bir kırıklık vardı. Odanın içi henüz
karanlıktı, ancak kutsal tasvirin önündeki kandil de yanmıyordu. Perdeyi
kaldırıp dışarıya baktı. Gökyüzünü kaplayan bulutlar beyazlıkla örtülmeye, hava
ağarmaya yüz tuttuğuna göre sabahın en fazla beşi olmalıydı. Zotov öksürdü,
boğazını temizledi, soğuktan büzüşerek yatağından doğruldu. Çok eskiden kalma
alışkanlığına uyarak tasvirin önünde durdu, uzun uzun dua etti. Ardı ardına
sıraladığı duaların sonunda tanıdıklarının adlarını saydı. Aslında bunu da
alışkanlık üzere yapıyordu, çünkü hangi adın kime ait olduğunu çoktan
unutmuştu. Aynı alışkanlıkla odasını, aralığı süpürdü kırmızı bakırdan, dört
ayaklı küçük semaverini ateşledi. Zotov’un bu gibi alışkanlıkları olmasa
yaşlılık günlerini neyle dolduracağını bilemezdi. Semaverin tutuşması uzun
sürdü, ama sonunda birden ateşlenerek titrek, tok bir uğultuyla uğuldamaya
başladı. Kahrolasılar, geberemediniz! -Öfkeli yüzü küçümseyen bir gülümsemeyle
çarpıldı- Öyle ya sizin de karnınız acıkmıştır! Emredersiniz, derhal! Böyle has
bir aygıra en iyisinden yulaf bulmalıyız! Bir dakika, yeminiz şimdi hazır. Ya
değerli köpeğimizin canı ne ister? Kuru ekmek yemeyeceğinize göre sığır bifteği
buyurmaz mısınız? Öfkesi gitgide artan Zotov yarım saat kadar böyle homurdandı,
sonra içinde kaynaşan kine dayanamayıp ayağa fırladı, lastiklerini yere vura
vura, gene öyle homurdanarak avluda dolanmaya başladı. Sizi beslemek zorunda
değilim, beleşçiler! Bedavadan yedirip içirecek milyonlarım yok benim! Kendim
karnımı doyuramıyorum, boyu devrilesiler, sizlere nereden bulacağım? Ne gelir
sağlıyorsunuz bana, ne neşe veriyorsunuz bütün getirdiğiniz üzüntü yıkıntı!
Geberemediniz gitti! Nasıl yaratıklarsınız ki, ölüm bile almıyor sizi! Madem
öyle, istediğiniz kadar yaşayın, ama sizi besleyecek değilim! Benden bu kadar!
İstemiyorum artık! Zotov böyle öfkeyle sövüp sayarken iki hayvanı onu
dinliyordu. İki hazır yiyici yediklerinin başlarına kakıldığını anlıyorlar
mıydı, orası belli değil, ama karınları daha bir içeri çekildi, bedenleri
darlaştı, ezilip büzüldü, gözleri donuklaştı. Bu arada sabah sisinin arasından
güneş gözükmeye başlamıştı yatay ışınlar otlardaki güz çiylerine yandan
vuruyordu. Konuşmalar, ayak sesleri duyuldu. Zotov süpürgeyi yerine bıraktı,
bakkallık yapmakta olan komşusu,
aynı zamanda kirvesi Mark İvanıç’ın dükkanına yollandı. Oraya varınca açılır
kapanır bir iskemleye oturdu, ağır ağır iç geçirdi, sakalını sıvazladı,
havalardan söz açtı. İki kirve havalardan, kiliseye yeni gelen zangoca, ondan
ilahicilere geçtiler söyleşi uzadıkça uzadı. Söyleşi sırasında zamanın nasıl
geçtiği belli olmuyordu. Bakkal çırağı çaydanlık dolusu kaynar su getirip iki
ahbap çay içmeye koyulduklarında zaman daha hızlı geçmeye başladı. Zotov bir
kadeh daha içti, yeni düşüncenin getirdiği heyecanla evinin yolunu tuttu…
Votkadan dolayı iyice gevşemişti, başı da dönüyordu, ancak gidince yatmadı,
giyeceklerini bir bohçaya doldurdu, dua etti, bastonunu aldı, yeniden yola
koyuldu. Geriye dönüp bakmadan, homurdanarak, bastonunu taşlara vura vura bütün
sokağı geçti kırlara çıktı. Önünde, torununun çiftliğine kadar yürüyeceği
on-on iki fersah yol vardı… Kurumuş yolda ilerliyor, sararan otları tembel
tembel geveleyen kent sürüsüne bakıyor, yaşamında son anda yaptığı büyük
değişikliği düşünüyordu. İki hazır yiyicisi de düşündükleri arasındaydı. Evden
ayrılırken, istedikleri yere gitsinler diye avlu kapısını açık bırakmıştı. O
günün akşamına değin gözleri bulanık bir perdeyle örtüldü sanki, ellerini kaldırıp
baktığında kendi parmaklarını göremiyordu.