Bir insanın bir ömür boyunca başını dik tutarak yaşadığı zevkin, başarının, onurun bedeli sıkıntılı birkaç saatle olağan dışı yıkımlar ve ölümlerle ödenmiştir.

                Hani? Nasıl anlatılır bilmem ki? Bilirsiniz çoğu zaman yağmur gökyüzünden aşağıya doğru dikine ya da o andaki mevcut rüzgarında etkisiyle dik’e yakın bir eğimle yağar. Öylesi durumlarda insanlar şemsiyeler, yağmurluklar, gibi bir takım şeylerle yağmurdan bir yere kadar korunmasını bilirler de…

Çok az da olsa doğanın şartları azgınlaşınca kimi zamanlarda yağmurlar dikine değil de enine doğru, hatta aşağıda tam toprağa değeceği anda adeta toprağa düşmekten vaz geçip yukarıya doğru bile yağdığı görülmüştür. İşte o zaman kişisel korunma eşyalarının hiçbir işe yaramadığını da görür insanoğlu. Kırlarda o yağmura yakalanan hayvanların birçoğu telef olurlar. En korunaklı Çoban kepeneklerinde bile insanlar taa iç donlarına kadar ıslanırlar

İşte sanatçı dediğimiz insanları da ben biraz o iç donlarına kadar ıslanan insanlara benzetiyorum biraz. Çünkü çoğu sanatçı sanatsal üretiminden dolayı para kazanamadığı gibi birçok varlığını da bu konuda hovardaca harcamışlardır.

Para kazanamayan insanların ise sonları çok çok acıdır ki en yakınlarındaki tarafından başlayarak ofurdanamalarını, pofurdanmalarını duymak, en yakın halkasındaki insanların onu terk ettiğini görmek ve yalnızlığa mahkum yaşamak acı çekmek olmuştur. Evet başarırlar ama neler neler vererek!

Genelde normal insanların yaptığı, ihtiyaçlarıyla elindeki imkanlar arasında bir denge kurup, kendi yağıyla kavrulurlar. Böylece muhannete muhtaç olmadan,  mutlu yaşayıp giderler. Bütün sorun bu dengenin nasıl sağlananılacağındadır. Bazı insanlar bunu varlıklarını yükselterek ihtiyaçları düzeyine çıkarma becerisini göstererek yaparlarken, bazıları da sürekli onun, bunun sırtından hak etmedikleri halde geçinir giderler. İşte bu noktada budalalıklar da başlamıştır. Çünkü o başkalarının sırtından geçinme olayı doğal denge akışına aykırıdır. İnsanlar o noktaya geldiklerinde hem kendileriyle hem de o diğer insanlarla pazarlıklara, çalışmalara, çatışmalara girişmek zorunda kalırlar.

Sanatçı dediğimiz insan ihtiyaçlarını bir yere kadar azaltarak, yani bir lokma bir hırka düzeyinde yaşayarak sağlarlar. Bunu yapmalarını en iyi yolu bedava olan şeylerin değerlerini çok iyi bilmeleridir. Dağların, bitkilerin, doğal meyvelerin, Kahkahaların, Ormanların, çiçeklerin , şiirlerin, güzelliklerin, bir dostun sunduğu bir içimlik şarabın değerini…

Cesaret bankaya yatırılacak bir şey değildir. Ama sanatçı için o bankalara yatırılan şeylerden çok çok daha önemlidir. Sanatçı inatla o frekansta yaşar.

İnsanlık yaşamında hiçbir sorun olmasaydı. Sanatçılar da olmazlardı büyük bir olasılıkla.

En yakınlarımızdan başlayarak taa Devlet dediğimiz kavrama kadar Sanatçılar gibi kendi kendine sorunlar çıkaran aile bireyleri ya da yurttaşlar inatla görmezden gelinir. Mümkün olduğunca bertaraf edilirler. Birilerince onlar toplumların parazitleridirler. Meyve ağaçlarındaki ökse otlarıdırlar.

Bütün bu dışlamalara, yok saymalara, görmezden gelmelere rağmen onlar günün birinde yuvarlakça bir kayayı taşıyamadığı bir ağacın altına sokarak bu günün tekerleğini buluverip insanlığın hizmetine sokuvermişlerdir. Aynen Aziz Sancar’ımızın DNA hücrelerinden yola çıkarak birçok insan hastalığına çözümler bulması gibi.

Sanatçı neyi, ne zaman ve niçin yaptığını bilir.

Benzetmede hata olmaz derler: Bir yerlerde okumuştum:

Metres Cariye ve zevceden farklı ve daha kıymetlidir. Bunu Metres de Metresi tutan da, Cariyeler ve Zevceler de çok çok iyi bilirler. Metres kendisine verilmesini istediği ücreti kendi tayin ederken Zevceler ve cariyeler bir anlamda karın tokluğuna ömür boyu çalışan köleler gibidirler.

İnsanla ne kadar iyi eğitim almış olurlarsa olsunlar, ne kadar dikkatli olurlarsa olsunlar, ne kadar soğukkanlı davranırlarsa davransınlar yıllar boyunca tehlike belirtileri birikir birikir ve günün birinde şansından çok daha ağır basıverir bazı gerçekler…

Cesaret demiştim bir yerlerde. İşte o şanssızlığın yaşadığı noktada önem kazanıyor o kavram da. Sanatçı dediğimiz insanlar o bankaya yatmayan kavramı tam da gerekli olduğu anda çıkarıverirler koyunlarından. Unutmamak gerekir ki Zamanlamalar da bir sanatçının elinde kıymet kazanır.

Bir yerin değerini o yerde bulunan, yaşayan iyi ya da kötü insanlar belirlerler.

Oysa sanatçılar hiç bilinmeyen bir yerin değerini de diğer insanlara beş dakika içinde öğretiverirler. Örneğin suyun nerede olduğunu bilirler. Örneğin yörüklerimizin kestikleri bir davarın ak ciğerlerini dağın çeşitli yerlerine asarak en havadar yeri buldukları gibi havası en güzel yeri hemen bulurlar. Sanatçı biraz da Yaşamayı sanat eseri yaparcasına yaşayana denmez mi zaten?