Babası taş ustasıydı. Artık taş evler çok pahalıya mal olduğu için insanlar tuğla ve briketi inşaat malzemesi olarak kullanıyorlar ve babasının işleri günden güne azalıyor, geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Dedesi sulak bir köyün ağasıydı. Muhtarlık yaptığı uzun süre içinde köydeki arazilerin hemen hemen tamamını mülkiyetine geçirmişti. Annesi büyük kardeşine gidip zor durumda olduklarını babasının mirasından hakkına düşen mallardan hiç olmazsa bir bölümünü vermelerini istediğinde. “Bir it bir deriyi sürükleyebilmeli. Kocan karnını doyuramıyorsa çık gel. Babanın konağında sana kalabileceğin kadar bir yer bulunur.” demişti. Belli ki zırnık kadar bir yer koparamayacak, kardeşlerine ömür buyu kölelik edecekti. Arkasına bakmadan eve döndü. O sene Erciyes dağı eteklerine bir çadır kurdular. Gevenleri kazmayla kazarak köklerini buluyorlar, bıçakla keserek kanatıyorlar, bir gün sonra püsleri topluyorlardı. Bir yaz maaile çalışmalarına rağmen, sonbaharda ancak evin ihtiyacı olan buğdayı, kurutulmuş kemiği, çocukların ders kitaplarını ve don-göynek dikmek üzere birkaç metre kabudu ancak alabilmişlerdi. Buğdayın bir kısmı öğütülmüş un yapılmış. Undan kışlık ekmek, makarna, erişte, bulgur, gendime, tarhana yapmışlar. Bir kısmını da kış günlerinde her gün yanan tandırda hedik yapmak üzere ayrılmıştı. Kış günlerinin soğukları başlamış tandır yakıyorlar, sabahları tarhana ya da bulgur aşı, öğleye pilav ya da keşkek, akşama tandır çömleğinde pişen kuru fasulye ya da nohut yiyorlar, Allah’a şükrediyorlardı. Babası ile annesi oğlan yalınkat çalışamaz diye şartlarını zorlayarak onu orta okula yazdırtmışlardı. Okulda iyi bakımlı, temiz giyinen, düzgün bir Türkçe’yle konuşan yer yurt görmüş memur çocuklarının toplandığı sınıfa düşmüştü. Diğer sınıflarda kendi gibi kenar mahallelerden ya da köyleden gelen çocuklarda vardı, ama onların sınıfı seçilmiş elit esnaf ve memur çocuklarından oluşuyordu. Kendi gibi kara kura tarlada bağda yanmış, iplik pantolon, el örgüsü yün kazak ve yün çorap giyen kimse yoktu. Ayağındaki kundurayı babası dikmişti, herkes İstanbul işi iskarpin giyiyordu ya da ona öyle geliyordu. O da gençti yaşıtları gibi şık giyinmek, duru bir Türkçe ile konuşmak istiyordu ama paraları ancak ona yetiyor ve kasabanın kenar mahallesinde okuma yazma bilmeyen insanların arasında büyüdüğü için kibar konuşmayı beceremiyordu. Ne kadar gayret sarf ettiyse de “Elinden bir şey gelmiyordu.” Kendini tam da aşağılık komplesine kaptırmışken okulun en gözde kızı buna ilgi duymaya başlamış, göz göze geldiklerinde, gözlerini kaçırmıyor, hatta kimseye çaktırmadan ondan oğlanın beklediği bir tebessümü bile esirgemiyordu. Delicesine korktuğu hiçbir şey artık ona korkunç gelmiyordu. En zayıf, en güçsüz, en sıradan, en korkak, en utangaç, en çaresiz olduğu, en saçmaladığı zaman aşk gelip imdadına yetişiyor “elden birşey gelmemek” kelimelerinin ölüm haricinde geçerli olmadığını sınayıp yanılma yollarıyla öğrenmişti. Artık onun defterinde yazıpta yollayamamak, düşünüpte açıklayamamak, hissedipte anlatamamak yazmıyordu, ama hala neyi beklediğini bile bilmeden sürekli birşeyler bekliyor, birşeyler özlüyordu. Bazen koskocaman bir kendini kandırmacanın ortasında olduğunu düşünüyor. Derenin kenarındaki büyük ceviz ağacının altına gidiyor, kimse görmeden ağlıyor, ağlıyordu… Aşk buydu işte. Sadece ondan konuşmak istiyordu. Gizli bir derdi vardı. Kimseye açamıyordu. Geriye dönüşü olmayan bir yola girmişti. Elinden gelse bütün anılarını, hissedilenleri silerdi, ama bu mümkün değildi. Kendini vızıldayan bir sinek gibi hissediyordu. Durmadan pencereye çarpmak çarpmak çarpmak, zoruna gidiyordu. Uykusuzluk kapı önüne konmuş ağlayan küçük bir çocuk gibi üşümüş, çaresiz, umutsuz, kucaklanmayı uman biriydi artık. Kız çoktan bunu unutmuştu bile, ama bu onu unutamıyordu. Aşık olmak yok olmakmış, artık bunu iyice öğrenmişti. Aşık olmak yok olmasını izlemekti aşkın, ama var olmuş olduğunu bilerek.. Aşık olmak saçma sapan hallerde saçma sapan yazılar yazdırıyordu insana.  (ALINTI)