1931 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. 30 Aralık 1983’te İstanbul’da hayatını kaybetti. Tam adı Zeliha Sevim Burak olan yazar, Aysel Kudret Hanım ile kılavuz kaptan Seyfullah Mehmet Burak’ın kızıdır. İlkokulu Nakkaştepe 45. Yıl İlkokulu’nda tamamladıktan sonra Alman Lisesi’ninin ortaokul kısmından mezun oldu. Genç yaşta hayata atılarak mankenlik, kitabevi tezgahtarlığı ve terzilik yaptı, kendi açtığı giyimevini çalıştırdı. Daha sonra ayrıldığı eşi ile Ömer Uluç ile birlikte bir süre Nijerya’da yaşadı. Sevim Burak’ın “Büyük Günah” adlı ilk öyküsü 1951’de Yeni İstanbul gazetesinde yayımlandı. Aynı öykü Yeni İstanbul gazetesinin katıldığı Dünya Hikaye Yarışması’nda ilk altıya kaldı. Daha sonra eserleri Ulus ve Milliyet gazeteleri ile Yenilik ve Türk Dili dergilerinde yer buldu. İlk ciddi eserim dediği “Yanık Saraylar” adlı kitabı ile tanındı. “Yanık Saraylar”, 1965’te basıldığında yarattığı tartışmalar ve çektiği ilgi sebebi ile yılın edebiyat olayı olarak kabul edildi. “Yanık Saraylar”‘dan sonra uzun bir suskunluk dönemine girdi. 1982’de “Sahibin Sesi” adlı oyunu ile “Afrika Dansı” başlığı ile bir öykü kitabı yayımlandı. “Sahibini Sesi” 1985 yılında Devlet Tiyatroları’nda sahnelendi. Oğluna yazdığı mektuplar “March I’dan Mektuplar” adı ile yayımlanan yazarın oyunları ise çeşitli tiyatrolar tarafından farklı yorumlarla sahnelendi. Sevim Burak, Levanten kültürünün ruhunu yansıtan eserlerinde yer yer Tevrat’ın anlatımından faydalandı. Sözdizimi ve yazım kurallarını zorlayarak yer yer şiire yaklaşan bir anlatımın oluşturduğu yapıtlarında çok belirgin sözcüklerin dahi neredeyse anlamlarını kaybederek bulanıklaştığı ileri sürüldü. Eski İstanbul’un yarı geleneksel yarı batılı yaşantısını yaşantısını özgün bir dil ile kaleme aldığı öykülerinde Türk öykücülüğünde modern yönelişlere ayrı bir yeri olduğu belirtildi. Sevim Burak, eserler ve aykırı kişiliğiyle Türk edebiyatının en ilgi çekici yazarlarından biri olduğu kabul edildi. “Meydan savaşlarının kılıç artıkları, Bağlarbaşı-Kısıklı tramvayları, Baron Baharlar, Tevrat, günah dolu sahneler, çocuk kalmış kadınlar, mutsuz ve alkole sığınmış başka kadınlar, yakışıklı fakat acımasız erkekler kol geziyordu Burak’ın öykülerinde. Biraz aristokrasi, biraz soylu düşkünlük, bir hayli de piyasa romanı mutsuzluğu Burak’ta olağanüstü duyarlı, bambaşka nicelikli bir yapıya kavuşturmuştur.” Öykülerinde ‘anlam’ı ve ‘hikâye’yi tümüyle reddedip dilsel/biçimsel denemeler peşine düşen Burak’ın öykü dünyası ‘şifre’lerle döşelidir. Öyküleri tümüyle kapalı, örtük, hatta zaman zaman da ‘şahsî’dir. Bu yüzden de öykü dünyasının deşifresi zordur. Zaten o da anlaşılır olma peşinde değildir. O ortaya çıkan şeyin neye benzediği ile değil, ‘yazı’nın kendini yansıtıp yansıtmadığı ile ilgilidir. Çok okunmayı bir zaaf olarak kabul eden Burak, ‘halka inmiş yazar’ sözünü bir yazarı eleştirmek için kullanır. Seçtiği edebiyat anlayışıyla edebiyat dünyasının yerleşik anlayışlarını, iktidar düzenini reddeden Burak’ı, edebiyat dünyası/iktidarı da kendi bünyesine kabul etmemiş, yazdıkları yayın aşamasında bile engelle karşılaşmıştır. Bu da onun yalnızlığını, kırılganlığını ve doğal olarak da başkaldırısını derinleştirmiştir.”