Sanatsal eylem “ Ün” ile doğru orantılı olmayan estetik bir katogoridedir.

Zaten ün denilen, tanınır olma, bilinme, beğenilme, sevilme bir bakıma tatlı bir yüktür insan denilen yaratığın sırtında. Her kişi de bu yükü kolay kolay taşıyamaz. Aslında sadece ün de değildir taşınamayan! Örneğin para. Birçok ünlü parayı da taşıyamıyor, birilerine kaptırıveriyor yıllarca emek emek, gıdım gıdım, kuruş kuruş biriktirdiklerini.

Gazetelerin magazin haberlerinde bu sıralarda biraz çokça görünür oldu böylesi haberler.

Şımarmak değil mi bu biraz da. Oysa: “ Paranın ve İmanın kimde olduğu bilinmez.” Diye bir atasözümüz de vardır bizim.

Bazen düşünüyorum da, insanların doğadaki beğendikleri şeyler devamlı o beğenildikleri anlardaki şekilleriyle kalsalardı yine de resim sanatı, Fotoğraf sanatı hatta, Film sanatı olur muydu? Öyle ya her sanatın bir de  oluşum anı vardır, var oluşuyla başlayan. O durağan olsaydı ne olurdu?

Gök kuşağını görmüşsünüzdür. O muhteşem renk yığınına baktığımız zaman hemen hemen her rengin orada olduğunu görürsünüz. Aslında bu bile büyük bir yanılgıdır. Siyah yoktur orada oysa. Beyaz, Gri yoktur. Doğanın yarattığı o muhteşem güzellikte bile eksiklikler aldatmacalar vardır.

Bu neye benziyor?

İmamla yaşayarak dindar olunmaz. Demiştir birileri. Ben bir adım daha da ileri götürüyorum, bu sözü: İmam olmakla da dindar olunmaz. Böylesi durumlarda, din imama hizmetten ibarettir!

Diyeceksiniz ne alaka?

Ben de size diyeceğim ki Bilim adamı, yazar, şair, görsel sanatçılar, Plastik sanatçılar, kurgucular, doğaçlamacılar, belgeselciler, kısacası bilimum sanatçılar görünmezi gören, bilinmezi bilen, duyulmazı duyan insanlardır. Yani üç maymunun tam tersidirler. Bunu dini inanç anlamında söylemiyorum. Her ne kadar dinler de bizden görünmezi görmemizi, duyulmazı duymamızı, bilinmezi bilmemizi istese de aralarında çok büyük uçurumlar vardır.

Sanatçılar doğadaki her güzelliği ya da her çirkinliği görür, gözetler, anlatırlar. Överler, yererler yeni yepyeni şekillere sokarlar onları. Yani sürekli bir hareket söz konusudur sanatta. Suyun akışının bile bir kanunu vardır. Bu kanunlar ise durumdan duruma, şekilden şekile, değişip durmaktadırlar. Oysa öbür taraf durağandır. Değişmez tabular, töreler kurallar vardır, her ne kadar değiştiği geliştiği iddia edilse de.

Bulutlar, dağlar, ovalar, ağaçlar, arılar, çiçekler, insanlar, durmadan gözetlenip durur sanatçılarca. Görülenlerin yanında, görünmeyenleri de ekleyip, aralarındaki ilişkiyi çözmeye çalışıp dururlar. Gördüklerini bildiklerini tekrar tekrar süzgeçten geçirip, damıtarak verirler insanlığa, yudum yudum, için diye. Bir fıkrayla bunu Antalya’mıza bağlayalım isterseniz.

Seksen yaşında bir Musevi On sekiz yaşında güzel bir kızla evleniyor. Birkaç ay sonra gelin hanımın gebe kaldığı duyuluyor. Yaşlı koca kendinden emin değil, Kuşkusunu yenmek için Haham’a koşmuş ve ona durumu anlatmış.

“Böyle bir durum olabilir mi, olabilemez mi?”diye sormuş.

“ Olur.” Demiş Musevilerin imamı  olan Haham.

Diyelim ki eline bir şemsiye alıp ormanda  Aslan avına gittin. Tesadüf bu ya Aslanı da gördün. Yaklaşabildiğin kadar Aslan’a yaklaştın. Şemsiyeni kaldırdın, Aslan’a nişan aldın ve “ Bummm” dedin. Aslan vurulup öldü.

Yaşlı Yahudi:

“ Olur mu canım, şemsiye ile Aslan öldürülür mü? Diye itiraz edip sorunca.

Haham:

“ Elbette öldürülür” demiş. Düşün şimdi. Sen tam Aslan’a nişan aldığın sırada Arkanda senin görmediğin sahici bir avcı av tüfeğiyle aynı Aslan’a nişan alıp, sen “Bommm” dediğin anda da tüfeğin tetiğini çekip ateş ederse, Aslan bal gibi de ölür.

Yani kızın gebeliği. İşte bütün dinler kadınları biraz da böyle böyle aşağılıyorlar ne yazık ki. Oysa Seksen yaşındaki adamın on sekiz yaşındaki kızla ne alakası var diye sorması gerekmez mi Hahamın, Papazın, İmamın? İşte sanatçı biraz da bunu sorgulayandır ne yazık ki.

Antalya’yla ilgili bölümümüze gelince: Ne yazık ki söyledikleriyle, yazdıklarıyla topluma örnek olduğunu iddia eden Antalya’mızda yaşayan bir sürü dostum var. Sırf evlendiği kadının ölen rahmetli babasından aldığı maaş kesilmesin diye, resmi nikahla evlenmeyip bir arada beraberce yaşayan, hem evli hem bekar şairler yazarlar ressamlar, kısacası sanatçılar. İşte bu bile yozlaşmamızın hangi boyutlara vardığını gösteriyor bize.

Sırf sahte bir hüvüyete bürünüp gününü gün etme çabasının adı da sanatçılık oluveriyor. Ohh işler keka. Alıyorlar yanlarına sevgililerini ya da karıcıklarını Karacoğlan’dan, Yunus Emre’den, Pirsultanabdal’dan,  Seyrani’den,  Sümmani’den, Dadaloğlu’ndan, bilimum eski ustalardan ya da  hatta günümüzde kendisinden daha iyi yazanların şiirlerinden şiirler seçip, onların dizelerine devam eder gibi yazdıkları şiirlerini okuyorlar işte tamam, oldular sanatçı. Kısacası şımar şımarabildiğin kadar, ben sanatçıyım diye. İşte Şımararak ölüm budur.

Marangoz da kapı yapıyor durmadan ama, o kapıyı ilk kez o haliyle yapan insan sanatçıdır da ne yazık ki ötekilerin hepsinin adı Zanaatçıdır.  Ve zanaatçılar bunun farkında bile değildirler am her şeyin aslını bilir sanatçılar seslerini çıkarmasalar da.

Ne bileyim ben. Şımaran ölür de, bilen sonsuza dek yaşarmış…

Bir bulgur pilavına bile kendisinden yepyeni bir şeyler katan sıradan bir ev kadını bile sanatçıdır daaa…

                                                                                                              Mehmet SEVİŞ