Son baharın ilk ayının ilk günleri. Eylül…
Portakal çiçeği kokan bu şehre bilmem kaçıncı gelişim.

Toroslar’ın duldasında sessiz sakin uzanan mavi sularda bir yandan ruhumu dinliyorum bir yandan ruhuma ev sahipliği eden bedenimi dinlendiriyorum.

Denizin rengi, kokusu, büyüsü içimde.

Ben başka âlemde…

Alıp başımı gidiyorum bir şilep güvertesinde. Kendimleyim, kendime yük edecek her şeyi sahilde bıraktım.

Yüreğimdeki acımı, içimdeki sancımı ve uçuşan saçlarımı rüzgârın emrine verdim.

Bu günlerde içimde bir arzu baş verdi. İçinde deniz olan bir şehre göç etmeliyim. Öyle ev evcek, kap kacak, bavul bavul değil.

Ben ve çırılçıplak benliğim ile.

Denize nazır bir pansiyon kiralayıp yaşamımın bu günden sonrasına orada başlamalıyım.

Bir dost nasihati olsun:

Yaşamda ciddi ve sorumluluk gerektiren bir sürü eylem içindesin. Sorumlulukların, zamanında yapılması gereken görevlerin, aksamaması gereken ödevlerin… Rollerin, üzerinde taşıdığın kimliklerin… Patronluğun, müdürlüğün, sendika üyeliğin, dernek yöneticiliğin, memurluğun, ana-babalığın, kardeşliğin, arkadaşlığın…

Yani sen olmayan ya da sen yokken anlamını yitiren her şey…

Kirli çamaşırlarından bir an evvel kurtulma telaşı ile soyun onları ve sabah giyilecek bir ceket gibi sandalyenin arkalığına as.

Otelin sekizinci katı sekiz yüz yedi nolu odasında, balkonda…

İşte tüm çıplaklığın ile denizin karşısında.

Rakı kadehi hazır kıta.

Aşağıda faleze çarpan dalgaların kulağıma dolan sesleri. Ben kendi dalgamdayım. Denizin kokusunu içime çekiyorum. Tuzlu, mavi, balık, midye kokan.

Denize daldım. Orhan Veli’nin kadehinde balık, martı kanadında telek oldum. İçtim, uçtum…

Şarkı söyledim, şiir okudum.

Bilinçaltı hiç de unutkan değil. Başka zaman üzerinde kafa yorarım diye bilencimin arşivlerine gönderdiğim konuyu bulup getiriyor. Sayısız konu ve katalog arasından nereden buldun dil mevzusunu.

Ararat’ın kızından mektup aldım. Karlı doruklardan aşıp gelen mektubunda yazdıklarını bir kere daha okudum.

“İnsan farklı bir dille yazabiliyor, konuşabiliyor hatta düşünebiliyor ama hissedemiyor.”

Ne bu şimdi?

Hümanistliğim buna yanıt veriyor. İnsan, sadece insan olduğu için sevilir.

Sevinin dili yoktur.

İnsanın, kendisi haricindeki eklentileri sadece mozaiğini zenginleştirir.

Kadehimi, Toroslar’ın duldasında bir deniz kenarından Ararat’a ve onun azimli kızına kaldırıyorum.

Sağlık ve insanlık olsun…

Zaman geçiyor, kum saati doluyor.

Denizde bir kırılma, bir parlama. Ufuktan falezin alt yanına kadar bir ateş böceği yumağı içinden bir denizkızı çıkıyor.

Anlatsam inanmazlar, yazmasam ben inanmayacağım. Altın sarısı saçlarının buklelerinde nazar boncukları, deniz mavisi gözleri, belinden aşağısı pul pul balık, üst tarafı tapınılası bir dişi…

Deniz mi yoksa rakı mı çarptı beni? Çarpılmış bir yanımla denizkızına âşık oldum. Üst yanımda Toroslar alt yanımda Akdeniz, ikisi arasında bir deli Dumrul!

Deniz ve imgelem bana göre en büyük özgürlüktür.

Denize daldığında sınırsız, uçsuz bucaksız mavi sulardasındır. Kulaçlarının dayanabildiği kadar yüzebilirsin. Yorulduğunda sırt üstü yatıp gökyüzünün
maviliğinde uçabilirsin. İster martı ol ister balık… Uçarken ve yüzerken dilediğince özgür ol.

İmgeleminde sınır, sınıf, renk, boyut yoktur.

İmgelemine ket vurma.

Çocuklarımıza, düşünmeyi, düşlemeyi, hayal kurmayı, imgelem dünyasında olmayı öğretmek gerekir.

Özgür olmanın bir adının düşünmek olduğunu bilmeliler.

Toroslar’ın duldasında bir Akdeniz sahilinde bahar, deniz, imgelem derken ben özgürlüğümün keyfini son haddine kadar yaşadım.

Ufka yayılan gurubun kızıllığında portakal çiçekleri açarken bu şehri bir başka sevdim.