Bugün size çok sevdiğim yazarlardan biri olan Ömer Seyfettin’in hikayelerinden birini anlatmak istiyorum. Umarım sizde benim kadar beğenirsiniz. Mehmet Efendi, on senedir kasabada oturuyordu.  Köydeki tarlaları, bağları, bahçeleri ortak elinde kalmıştı. Aziz ahbabı Müftü Hacı Ali Efendi ile dertleşirken:” Hepsini yanmış, kül olmuş farz ediyorum.  Artık dünyada bir tane olsun doğru adam yok” dedi. Faziletin, iyiliğin varlığına dini gibi iman eden Müftü: “Var ama sen bulamıyorsun” diye başını salladı. Mehmet Efendi taştı. Yok,  yok,  yok!  Vallahi, billahi yok!  Herkes yalancı, herkes dolandırıcı.  Denemediğim ne hısım  kaldı,  ne  akrabam.  Kardeşim bile beni aldattı. Öyleyse git, malının başında otur. Doğru  söylüyorsun.  “Gemin  oldu,  kıçında…  Çiftin  oldu,  içinde…”  Ne  yapayım  ki,  burada  işlerimi  bırakamıyorum. Köydekilerini  sat. İttifak etmişler.  Kimse almıyor. Müftü Efendi, dünyada doğruluğun,  faziletin  hâlâ  var  olduğunu  biliyordu.  Fakat  nasıl  ispat etmeliydi?  Mehmet Efendi  gibi,  kötülerin  hilesine  tutulanlar, imanlarını  da  bozuyorlardı.  Gel zaman, git zaman,  bir  gün  gelecekti  ki,  artık  kimse  kimseye inanmaz  olacaktı.
– Benim  tanıdığım  bir  çoban  var.  Çok doğrudur” dedi. Bir  sene  sonra,  bir  cuma  sabahı  Mehmet Efendi  evinin  alt  katındaki  odada  otururken  “Doğru  Çoban’ı  karşısında  gördü.  Elinde büyük  bir  toprak  kapla  ıslak  bir  post  vardı.  Bunları selam vermeden sedirin yanındaki pencerenin içine bıraktı: Hoş geldin? Hoş bulduk! Otur bakalım. Eyvallah! Koyunlardan ne haber?  Doğurmadılar mı? Çoban: Hepsi kısırmış” dedi. Hiçbiri doğurmadı mı? Hayır. Yünlerini ne yaptın? Daha kırpmamıştım. Mehmet Efendi  anlamadı: Ne demek? On iki  tanesini  çaldılar. Ey? Geriye  ne  kaldı? Otuz sekiz. Otuz ikisi  geçen  sonbahar  kelebek  oldu,  öldüler. Ey? Geriye  ne  kaldı? Altı. Beşini kurt yedi…  Geriye ne kaldı? Bir! İşte bu bir koyuna da gözüm gibi bakıyordum.  Evvelki akşam  sağdım.  Sütüyle  şu  yoğurdu  yaptım.  Dün  sabah  yayladan  inerken  zavallı  uçuruma  yuvarlandı.  İndim,  başına  gittim,  bir de  gördüm  ki,  ölmüş.  Daha  soğumadan  yüzdüm.  İşte postu. Çoban  eliyle  pencerenin  yanındaki  ıslak  deriyi  gösteriyordu.  Mehmet Efendi, kır sakalını sol eliyle tuttu.  Önce kızardı, sonra sarardı.  Çoban susmuyordu: Yoğurt iki buçuk  okka. Yarım okkası benim.  Pöstekideki  hakkımı  size  bağışlıyorum. Mehmet Efendi  hiç sesini çıkarmadı.  Ayağa kalktı.  Yoğurt kabını eline aldı, yavaş yavaş “Doğru Çobanın önüne geldi.  Dolu kabı bütün  kuvvetiyle   kafasına geçirdi: Al  hakkını  kerata! diye  yumruklamaya  başladı.  Tekmeleye tekmeleye kapıdan dışarı attı! Bu esnada Müftü Efendi, dostunun ziyaretine gelmişti.  Kapıda çobanı, suratı yoğurt içinde   görünce şaşırdı, sordu: Ulan, bu ne hâl? Saf  çoban,  uğradığı  haksızlıktan  şaşırmış  gibiydi.  Fakat yine mantığını kaybetmemişti.  Acı bir serzeniş tavrıyla: Ne olacak efendim dedi, hesabını doğru veren işte böyle yüzünün akıyla dışarı çıkar.