Yeni bitmiş envaiçeşit bitkinin rayihası yayılırken ve yeni güne hayat saçan güneş, kırlarda yükselirken, kırların rengarenk örtüsü içinde hayalleri kapkara iki genç seçiliyordu. ‘‘Zeytin dalı neden barışı simgeler?’’ Zeytin dalının neden barışı simgelediğinin gerçek bir öyküsü var mıdır, varsa nedir? Bilmem ama neden barışı simgelediğiyle ilgili tahminimi söyleyebilirim: Zeytin ağaçlarının olduğu topraklar savaşların, yıkımların toprağıdır da ondan. Molozlar yığılıdır kapı önlerine, asla çiçek öbekleri karşılamaz sizi. Bu yüzden iğne yapraklı bir ağaç dalının değil, zeytin dalının barışı simgelediğine inanırım. Kırda hararetli bir konuşma içindeki bu gençler de böylesi bir coğrafyada kazandıklarını ekmeğine katık etmişlerdi. ‘‘Neden kalmıyorsun?’’ diye sordu uzun boylu, buğday benizli Kays. ‘‘Korkuyorum.’’ Diye yanıtladı kara saçlı, esmer benizli Mücahit. Şehir abluka altındaydı. Giriş çıkışları yasaklamıştı işgalciler. Bu yüzden şehirden gelen haberlere göre analar çocuklarını beslemek için hiç bilmedikleri otları haşlayıp öğün diye onlara yedirir olmuşlardı. Fakat komşu şehirlerde refah reklam panolarından gece kulüplerine taşıyordu. Defileler, biralar… Lüks ve sefahat taşıyordu bu şehirlerden. Ertesi gün çocuklar en güzel lezzetlerle kahvaltılarını yapacak, okullarının yolunu tutacaklardı. Yeni şeyler öğrenecekler ve belki bir gün de onlar yeni şehirleri abluka altına alacaklardı. Muhammed, keçi tüyleri ve yünlerle doldurulmuş küçük şiltesinde çoktan uyumuştu. Fatima gaz lambasının dalgalı ışığı altında şiltelerini sererken Mücahit derin bir sükûnet içindeydi.

Sabah namazını eşiyle birlikte eda etti Mücahit. Bohçalarını sırtlanıp yola koyulurlarken bir guguk kuşunun sesi duyuluyordu. ‘‘Aklında takip edebileceğimiz bir güzergâh var mı?’’ diye sordu Fatima endişeli bir ses tonuyla. Mücahit’e şaşırıyordu Fatima, bu ıssız yollarda bir başlarına yol almaya aklı ermiyordu. ‘‘Kuzeye’’ diye kestirip attı Mücahit. Mutlaka dağlardan bir gedik bulup bu kara bahtlı diyarı terk edeceklerdi. Zaten abluka altındaki bir şehirden de ancak normal olmayan yollardan çıkılabilirdi. Kays, köy meydanına vardı. Köy, altı ay içinde ne kadar da sessizleşmişti böyle, havsalası almıyordu. Yine de bir gün uyuyup uyandığında her şeyin eskisi gibi olacağını umut ediyordu. Mücahit’le tırmıklarını omuzlarına alıp tarlalarının yolunu tutacaklarını, sonra da öğlen molasında üç taştan bir ocak kurup Seylan çayı demleyecekleri günlere döneceğini umuyordu. Karanlık çökmüştü artık, köyden epey uzaklaşmışlardı. Güvenli bir sığınak aradılar, az ötelerinde bir dizi söğüt ve iğde ağacı boy gösteriyordu. Oraya doğru yollandılar. Kurşuni ayın altında civardan çalı çırpı toplayarak bir ateş yaktılar. Bir ishak kuşunun sesi duyuluyordu. Muhammed, kuşun sesini duyunca kucağında uyumaya çalıştığı annesine sarıldı. Mücahit ise eşi ve çocukları uyuyana dek gözlerini yummadı. Sınıra varmışlardı artık. Yüzlerce mültecinin buluşma noktasındalardı. Durduk yere kalbi yerinden çıkacakmışçasına çarpmaya başladı Mücahit’in. Şükretti kavuştuğu için. Günlerce yeni bir sayfa açmak için yürümüşlerdi yol boyunca korkmuşlardı, susamışlardı, acıkmışlardı ve kir pas içindeydiler. ‘‘Keşke tek göz bir evimiz, tek gözlü bir ocağımız olsaydı. Üstünde çorbamız pişer, karnımız doyardı. İhtiyaçlarımızı da kimselere görünmeden karşılayabilirdik.’’ Dedi, Fatima. Elbette ki bir kadın için daha zordu böylesi yolculuklar ama o yaşadıkları durumun zor bir imtihan olduğunu düşünüyordu. Tahammül etmişti, öyle ki zaman oluyor ayaklarında mecal kalmıyor fakat eşine belli etmeden inleyerek yürüyordu, zaman oluyor Muhammed’i o sırtlanıyordu ve bir sızlanma belirtisi dahi göstermiyordu. Güçlü bir kadındı Fatima, mücadelesini veren mütevekkil bir kadın. ‘‘İnşallah’’ diyerek karşılık verdi Mücahit. En çok da biricik yavrusuna bir gelecek kurmak istiyordu. Belki gidecekleri yerlerde standardın çok altında bir ücretle çalışacaktı fakat o, buna söyleneceğini zannetmiyordu. Karşı ülkenin sivil savunma personelleri, tel örgüler ardından yiyecek ve içecek dağıtırken o, karşı tarafa geçebilmek için mırıldanarak dualar ediyordu. İçinden yer yer kamışlar çıkan yıkıntının üstünde dört kelebek uçuşuyordu. Bu yıkıntı öyle sıradan bir yıkıntı değildi, bir anıt mezar olmuştu o dört kişiye: Kays’a ve ailesine. Belki kimse bilemeyecek Kays’ın başına gelenleri, fakat bir hesap soranı olacak mizan gününde. (ALINTI)