Bir adam, kuzey Alabama’da bir demiryolu köprüsünün üstünde durmuş, beş altı metre kadar aşağıda hızla akan suya bakıyor. Elleri arkasında, bilekleri bir sicimle bağlı. Boynuna sımsıkı bir ip geçirilmiş. İp başının yukarısındaki sağlam payandaya bağlanmış, sarkan ucu ise dizlerine kadar iniyor. Adam ve cellatları –sivil hayatta şerif yardımcılığı yapmış olabilecek bir çavuşun komutasındaki iki Federal ordu askeri– demiryolunun raylarına destek veren traverslerin üstüne serilmiş birkaç oynak kalasın üstünde duruyorlar. Geçici olarak yerleştirilmiş bu platformun az ötesinde, üniformasından yüzbaşı olduğu anlaşılan bir subay, belinde kılıcı, dikiliyor. Köprünün iki ucunda birer nöbetçi ellerinde tüfekleriyle “destek” pozisyonunda duruyorlar yani tüfeklerini sol omuzlarının önünde dikey tutmuşlar, dipçikler önkollarına dayalı, eller göğüste bedeni dik durmaya zorlayan, yönetmeliğe uygun ama doğaya uygun olmayan bir duruş. Köprünün ortasındaki dörtlünün dışında hiç kimse kıpırdamıyor. Bölüğün yüzü köprüye dönük hiç kıpırdamadan, taş kesilmişçesine öyle bakıyorlar. Yüzleri nehrin iki yakasına dönük nöbetçiler, köprüyü süsleyen iki heykel sanki. Yüzbaşı, kollarını kavuşturmuş, hiç sesini çıkarmadan astlarının yaptıklarını izliyor, ama hiçbir işaret vermiyor. Ölüm, geldiği açıklandığı zaman, onu en yakından tanıyanlar tarafından bile belirli saygı gösterileriyle karşılanması gereken bir komutandır. Sessizlik ve hareketsizlik ise askeri görgü kuralları kitabında saygı ve itaat anlamına gelir. Işığın gittikçe zayıflayarak sonunda incecik, titrek bir pırıltıya dönüştüğüne bakılırsa, hâlâ batıyordu. Sonra ışık yeniden büyümeye ve parlaklaşmaya başlayınca yüzeye doğru yükselmekte olduğunun farkına vardı – ama gönülsüzce, çünkü artık o kadar huzurluydu ki. “Asılmak ve boğulmak o kadar kötü değil,” diye düşündü, “ama vurulmak istemiyorum. Hayır vurulmayacağım, hakça değil bu.” Burgaçtan kurtulması, bir elinin kumluğa değmesi onu kendine getirdi ve sevinç gözyaşları döktü. Parmaklarını kumlara sapladı, çakılları avuç avuç alıp tepesinden aşağı boşalttı ve işitilebilir bir sesle kutsadı. Elmaslara, yakutlara, zümrütlere benziyordu bu çakıllar benzeteceği daha güzel bir şey gelmiyordu aklına. Kıyıdaki ağaçlar dev bahçe bitkileriydi belirli bir düzenleme içinde olduklarını fark etti, çiçeklerinin kokusunu içine çekti. Ağaçların gövdeleri arasındaki boşluklardan tuhaf, gülrengi bir ışık vuruyor, esintiler ağaçların dallarında rüzgâr arpı ezgileri gezdiriyordu. Fahrquhar, oradan uzaklaşmak, kaçıp kurtulmak istemiyordu – yeniden yakalanıp teslim alınıncaya kadar bu büyüleyici yerde kalmaya razıydı. Başının yukarısındaki dalların arasından vızır vızır geçen gülle misketleri onu rüyasından uyandırdı. Şaşkına dönen topçu eri ona rastgele bir veda atışı göndermişti. Yerinden fırladığı gibi eğimli kıyıdan yukarıya tırmanıp ormana daldı. Gece indiğinde artık bitkin düşmüştü, ayakları yara bere içindeydi, açlıktan gözleri kararıyordu. Karısı ve çocuklarını düşündükçe cesarete gelip adımlarını açıyordu. Sonunda onu doğru yöne götüreceğini anladığı bir yol buldu. Şehirdeki bir cadde kadar geniş ve düz bir yol olmasına karşın ıssız görünüyordu. İki yanında tarlalar olmadığı gibi görünürde herhangi bir ev de yoktu. Oralarda insanların yaşadığını akla getirecek bir köpek havlaması da duyulmuyordu. Yolun iki yanında uzayıp giden birer duvar oluşturan ağaçların kara gövdeleri, perspektif derslerinde yaptırılan çizimler gibi ufuktaki bir noktada son buluyordu. Ormandaki bu geçitte başını kaldırıp baktığında, bildik gelmeyen ve tuhaf takımyıldızlarda kümelenmiş kocaman, altın sarısı yıldızların parıldadığını gördü. Belirli bir düzen içinde sıralanmalarının esrarengiz ve uğursuz bir şeyin alameti olduğundan emindi. Yolun iki yanındaki orman garip seslerden geçilmiyordu, ikide bir bilinmeyen bir dilde fısıltılar geliyordu kulağına.