Maalesef son dönemlerde yaşananlardan dolayı birçok kuruma olan güven azaldı. Güvenilir kurumların sayıları her geçen gün azalırken, LÖSEV’in yaptıkları dikkatleri üzerine çekti. Geçtiğimiz gün LÖSEV 25’inci yıl dönümünü kutladı. Bir masa, bir sandalye ve küçük bir oda da başlayan LÖSEV serüveni gerçekten yürekleri ısıtıyor. LÖSEV toplumun görmediklerini, dışladıklarını hayata kazandırmak için elinden geleni yapıyor. Bizde üstümüze düşeni yapmamız gerek. Böyle bir kurum yalnız bırakılmamalı. Size lösemili çocukların Üstün amcasının sözlerini paylaşmak istiyorum. Bu sözler gerçekten gözlerimi doldurdu. Vakfın kurucusu olan ve Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı yürüten Dr. Üstün Ezer, LÖSEV ile ilgili şu sözlere yer verdi:

“. Çocuklarımız hastanemizde yatıkları günlerde saçların döküldüğü, ateşlerin çıktığı ağzında ve bütün sindirim sisteminde yaraların olduğu kanlarının bittiği, dışarıdan kan verdiğimiz trombosit, verdiğimiz ilaç verdiğimiz kemoterapi verdiğimiz ve kemoterapi alınca da kamyon çarpmış gibi oluyorlardı. Çocuklar, ‘Üstün amca, balyoz yemiş gibi oldum’ diyorlardı. Üstün amca dedikleri bu çocukların inanın bu sahnede bu kadar güzel, bu kadar özverili ve sağlıklı upuzun saçlarıyla dans etmeleri bizim için çok değerli. Bu gösteriyi yapmaları gerçekten beni çok yüreklendiriyor, heyecanlandırıyor. Ben bir tıp doktoruyum öncelikle. Hayat hikayemde hep doktor olmak istememle başladı. Sonra çocuk doktoru olmak istedim. Çocuk doktoru oldum arkasında da Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde çocuk kematoloji onkoloji ihtisası yaptım. Bu mesleğe başladım. Başladığımız günler doksanlı yıllarda başladığımız günlerde ne yazık ki çok kabus gibi günlerdi. Hastalarımızın hemen hemen hepsini kaybettiğimiz yıllardı ve çare bulamıyorduk. Yurt dışından gelen protokoller ilaçlar uygulanıyor fakat her birisi 3 ay sonra 6 ay sonra bir şekilde kaybediliyordu. Çocuklar lösemiden ölmüyorlardı. Bu çocuklar enfeksiyondan hastane enfeksiyonundan kaybediyordu. Bu çocuklar kanamadan kaybediyordu. Bu çocuklar bakımsızlıktan, yemek yiyememekten, refakatçısızlıktan, parasızlıktan ölüyordu. En büyüğü de en kötüsü de umutsuzluktan, moralsizlikten, çaresizlikten kaybediyorduk. Kaybediliyordu inanır mısınız? Bir rakam vereceğim. Yarıda bırakma oranı hastalığı yarıda bırakma oranı yani 3 ay biz bunlara tedavi veriyoruz, iyileştirmeye çalışıyoruz Kısa bir ara veriyoruz, gidiyorlar, geri gelmiyorlar. Babasını çağırıyoruz diyor ki. Nasılsa ölecek, geri getirmemizin anlamı yok. O oran yüzde 54’tü sevgili Antalyalılar. 2 çocuktan birisini geri götürüyorlardı ve biz bu umutsuz durumdalardı. Bu umutsuz tabloda bir şeyler yapmalıydık. Ben öyle bir noktaya geldim ki. Ya bu mesleği bırakacaktım ya da bir şeyler yapacaktım. Kendinizi bir mimar olarak düşünün. Kendinizi bir avukat olarak düşünün, kendinizi yaptığınız bütün binalar yıkılıyor. Girdiğiniz bütün davaları kaybediyorsunuz. O mesleği yapmanın bir anlamı var mı? Ya bu mesleği bırakacaktım ya bir şeyler yapacaktık. Çünkü devletin kurumları bir şey yapmıyordu, halen de yapmıyor. Sadece ve sadece sizin elinizde o çocuk geliyor ve kucağınızda bir gün kaybediyorsunuz. Çok acı günler yaşadım, çok bedeller ödedim. O mesleği bırakmak yerine bir grup arkadaşınla el ele verdik. Bir masa, bir sandalyeye ve bir kocaman bir yürekler LÖSEV’i açtık. 1998 yılında tam 25 sene önce. O yıllarda doksanlı yıllarda en iyi ihtimalle hani bazı meslektaşlarım kırılmasınlar diye bu rakamı telaffuz ediyorum. En iyi ihtimalle iyileşme oranı yüzde 20’idi. Yüzde 80 yüzde 90’ı kaybediyorduk. Bizim içimizde umut vardı. Madem bu çocuklar lösemiden ölmüyorlardı, bakımsızlıktan enfeksiyondan kanamdan parasızlıktan umutsuzluktan ölüyorlardı. O zaman bunları yerine koyalım dedik.” Üstün beye ve LÖSEV ailesine çok teşekkür ederim. Lütfen onları yalnız bırakmayalım.