Hayatın yapbozlarına yeni yeni parçalar eklemek kimlerin işidir?

İnsan olarak bizler daima yeni yeni yönlerimizi, yeni yeni renklerimizi, gündemlerimize taşır dururuz. Korkunç yollardan yürür, öz güvenimizin başka başka katmanlarıyla karşılaşıp tanışırız. Böylelikle kendimize olan saygımız, sevgimiz ve gücümüz daha da artar. Daha bir özgüvenli oluruz.

Bin dokuz yüz kırklı yıllarının ünlü yazarlarından Rıfat ILGAZ Öğretmenimizin bir romanında okumuştum. Maarifi eleştirdiği kitabının bir babında: “ Memlekette bilmem kaç bin Kur’an Kursu talebesi varmış. Otuz yedi kadar da İmam Hatip okulu. Al sana Bilmem kaç yıl sonra şu kadar bin başı sarıklı hoca “ diyordu.

Öte yandan yine aynı zamanlarda Milli eğitim Bakanlığı yapmış olan Tahsin Banguoğlu ise Dindarlara müthiş baskı yapıldığından söz ederek halkın usul ve erkanı dairesinde cenazelerini yıkatacak ve defnedecek kimse bulmakta güçlük çekildiğini ifade etmektedir.

Bunlardan biri yalan söylüyor olmalı ama hangisi?

Zamanın tek partisinden ayrılmaya karar vermiş bulunan gurupla beraber hareket eden Bakan yalan söylüyordu tabii ki. Neden? Derseniz,  hemen işi bir fıkrayla sonuca bağlayalım.

Bir seçim zamanı bir siyasi partinin temsilcileri köyleri gezmektedirler. O köy senin bu köy benim derken ilçeye bayağı uzak olan bir köye de bir minibüs dolusu partili gitmeye karar verirler. Yıl yine aynı yıllar olmalı ki doğru dürüst yol yoktur. Zor, şer köye ulaşır particiler. Konuşurlar konuşurlar ve geriye ilçeye dönmek üzere yola çıkarlar. Köyün girişinde bir dere vardır. O dereden geçerken şoförün dikkatsizliği sonucu minibüs devrilir. Yirmi kadar partili yolcunun on on beşi hemen oracıkta ölür. Kazayı fark eden bir çoban köyün muhtarına durumu bildirir. Muhtar hemen yanına birkaç yardımcı alıp olay yerine varır. Mevsim yazdır. Ölüler hemen kokmaya başlamışlardır. Muhtar köyün keçesini çağırır. Hemen oracığa mezarlar kazdırmaya başlatır. Ve köyün bekçisini de İlçeye gönderir Savcıya haber vermesi için. Atla köyden hareket eden bekçi ertesi sabah savcıya varıp durumu bildirir. Savcı bey arabasına binip öğleye doğru köye gelir. Savcı bey muhtara sorar:

Muhtar köyünüzde kaza olmuş.

Evet, der muhtar. Biz üzerimize düşen görevi yaptık.

Kaç kişi var ölen?

Gelenlerin hepsi savcı bey. Saymadım ama otuz kişi varlardı.

Peki, muhtar içlerinde hiç kurtulan olmadı mı?

Valla olmadı Sayın Savcım, der muhtar. Gerçi içlerinden ikisi üçü biz ölmedik etme muhtar ağam diye söyleniyorlardı ama onlar politikacıydılar. Yalan söylüyorlardı. Ben de gerekeni yaptım, der. Savcı tutanağını düzenler ve ilçeye geri döner. Yapılacak ne vardır ki sahi? İşte bir öğretmen yukarıda bir şiir yazdı diye bir uçuk yıl hapis cezası almıştır. Öğretmenlikten atılmıştır. Bakan ise unutulup gitmiştir çoktan.

Daha o yıllarda öğretmenlerin de işi kavrayamayıp kişisel çıkarının peşinde koşan okul Müdürlerine takılan adlardan geleceğin tahlillerini yapmış o zaman ki yazarlar. Yabana atmayın bu adları. Boyun bağcı Müdür. Mevlütçü Müdür. Kooperatifçi Müdür. Dayakçı Müdür. Trampetçi Müdür. Aş ocakçı Müdür. Muhbir Müdür. … Bu günün mimarları biraz da o günlerin müdürleri değil mi?

Daha ne yapsın öğretmen yazarımız? Daha bin dokuz yüz kırklı yıllarda görmüş iki binli yıllarda okulların neredeyse tamamının İmam okullarına döneceğini.

Eserlerinin yaratıcısı olan Ilgaz Öğretmenimiz gibi yazarlar günümüzde ne yazık ki onun eserlerinden para kazanan oyuncular kadar bile değerli değildir. Oysa öyle mi olmalıdır?

İnatla direndiğimiz şey de bize inatla ayak direrler.

Ünlü yazarımız Muzaffer İzgü öğretmenimiz anlatmıştı. Rıfat Ilgaz uzun yıllar direnir her şeye. Ta ki Madımak Yangınına kadar sürer bu direnişi. İskenderiye’de kütüphanelerin yakıldığından bahsederek direnir Sayın Ilgaz. Almanya da Kitapların yakılmasına direnir. Ama Sivas’ta İnsanlar yakılmışlardır işte ona dayanamayacağını söyler ve üç beş gün sonra ölür, Rahmetli Ilgaz. Bu çok önemlidir ama anlayana.

Evet, hayat Ilgazlara düşünmeyi öğretmişti, toplumumuza ise bir türlü öğretemedi o düşünen kuşak öğretmenler bile düşünebilmeyi. Yazdıklarının birçoğu halen daha sinema filmleri aracılıyla da olsa yaşayan bu sanatçıları görüyor da halen daha nasıl susabiliyor bir çok öğretmenimiz hayret doğrusu.

İnsan,  insanlığın başına durmadan bir şeyler gelir durur, bunu görür ve hiçbir şey yapamaz. Toplumlar da öyle. Başımıza ne gelirse geldiği değil, başımıza gelen şeylere nasıl tepki verdiğimizdir asıl önemli olan. İşte sanatçı biraz da kendi ve toplumsal deneyimlerden yola çıkarak çözümler üretir başa gelen baş ağrılarına. Genel de insanlar olup biteni başkalarına anlatamayacak kadar küçük oldukları için yazarlara çizerlere düşer o görev.

İnsanlar ihtiyacı olmayan ve hatta hiç te istemedikleri bir kaleyi ele geçirmeye çalışır dururlar da doğanın zihinlerimize işlediği gerçekleri görmeye yönelik bir arzu yerleştirildiğinin farkında bile değildirler. İşte Sanatın ve sanatçının gerekliliği bu farkındalığı yakalamasında yatmaktadır.

Kartacalı Latin Şair Tenantius:

“Ben bir insanım

İnsana dair hiçbir şey

 Bana yabancı değildir.” Demiştir. Daha Milattan öce üçüncü yüzyılda. Sanatçı olmak işte tam da budur.

                                                                                                                              Mehmet SEVİŞ