Hikayeyi bilirsiniz. Almanya’da 1750’lerde geçer. Prusya Kralı Büyük II. Frederick, Berlin yakınlarında ormanda gezinirken, üzerinde bir değirmenin bulunduğu tepeyi beğenir ve orayı satın alıp bir saray yaptırmayı düşünür.

Araziyi satın almaları için adamlarını gönderir. Sahibi yeri satmak istemez. Kralın karşısına getirilir. Değerinden fazla para teklif edilmesine rağmen satmayacağını yineler. Kral ise binlerce askerinin olduğunu, isterse orayı zorla alabileceğini söyler. Değirmenci Sans-Souci tarihe geçen bir yanıt verir.

Berlin’de yargıçlar var. Ben de onlara güveniyorum.

Kral, yargı sistemi üzerinde yaptığı çalışmaların başarılı olduğunu anlar ve O da tarihi sözünü söyler.

 "Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz."

“Berlin’de Yargıçlar Var!..”

Bu söz dünya hukuk literatürüne geçer. Dünyanın her yerinde ve her zaman yeri geldiğinde yinelenen ve hukukun üstünlüğünü hatırlatan bir sözdür. Söyleyenin kararlılığını, hukukun son sığınak olduğunu, ana kucağı kadar güvenli olduğunu hatırlatır.

Olayın geçtiği yer Almanya coğrafyası. 30 yıl içinde iki dünya savaşında yenilmiş, yıkılmış, tekrar küllerinden doğmuş ve şu an da dünyanın 3. büyük ekonomisi olarak karşımızda duran Almanya. Anlaşılan o ki, Berlin’deki yargıçlar hiç yolunu şaşırmamışlar. Adaletin doğru ve zamanında işlediği her ülke büyür ve gelişir. Kırk defa yıksanız kırk defa doğrulur ve ilerler. Görüştüğüm birçok kişi halen dünyanın en iyi hukuk eğitiminin ve adalet işleyişinin Almanya’da olduğunu söylerler.

Bu sözü daha önceleri -tek sözcük farkıyla- duymuştum. Çok da hoşlanmıştım.

“Ankara’da Yargıçlar Var!..”

Var mı?

Bu soruyu öncelikle Ankara’da yüksek mahkemelerde görev yapan yargıçlar yanıtlamalı. Sonrasında bölge mahkemelerinde ve en ücra ilçelerde görev yapan yargıçlar kendilerine sormalı ve yanıtlamalı.

Yargı, adalet, hak, hukuk sözcükleri geçtiğinde nedense aklıma önce Berlin olayı, hemen ardından da Karakuşi geliyor. Bunu engelleyemiyorum.

Bir dönem bizde de uygulanan bir Kadılık sistemi vardı. Müslüman ülkelerde yetkili bir makam.

Bu Karakuşi de bir Kadı. Ama ne Kadı. İddiaya göre 800 yıl önce yaşamış ve namı bugünlere kadar gelmiş. Sahtekarlığın, üç kağıtçılığın, çıkarcılığın, hukuku eğip bükmenin üstadı olarak kitaplara geçmiş. İsteyenler webde arayıp onlarca hikayesini okuyabilir. Burada fikir vermesi açısından küçük bir olayını anlatalım.

Bir gün bir hırsız eve tırmanırken balkon korkulukları kırılır. Düşer ve bacağı kırılır. Karakuşi Kadı’ya gider ve ev sahibinden şikayetçi olur. Ev sahibi getirilir. Korkuluğu marangoz Ahmet’in yaptığını, kendisinin suçu olmadığını söyler. Marangozu getirirler. O da tam korkuluğu yaparken yeşil başörtülü hanımın geçtiğini, başörtüsünün parıltısından gözünü alamadığını, bir çiviyi yanlış çakmış olabileceğini söyleyerek kadını suçlar. Yeşil başörtülü hanımı getirirler. O da başörtüsünü boyacı Hasan’ın boyadığını, kendisinin değil boyacının suçlu olduğunu iddia eder. Boyacı Hasanı getirirler. Boyacı Hasan işin nasıl olup da kendine kadar geldiğine şaşırdığından hiçbir şey söyleyemez. Kadı Karakuşi, boyacının asılması talimatını verir. Biraz sonra cellat gelir. Boyacının boyu sehpaya uzun geldiği için asamadıklarını bildirir. Karakuşi’nin çözümü efsanevidir. Gidin daha kısa bir boyacı bulun, onu asın!..

Bu hikaye en masumlarından. Diğerlerini okuduğunuzda hem gülmekten yere düşeceksiniz hem de hukukun nasıl bu kadar eğilip bükülebileceğini görüp kahrolacaksınız.

Aslında hukuk konusu mizaha en uzak konulardan biridir. Çünkü sizin okuyup geçtiğiniz her hukuk garabeti haberinin arkasında adalet duygusu sarsılmış, hem suçlu hem de hukuku eğip bükenler tarafından defaten mağdur edilmiş acı içinde kıvranan insanlar ve mahvolmuş hayatlar bulunmaktadır.

Berlin yargıçları ile Karakuşi arasında bir yerlerde miyiz? Hangi tarafa ilerleyeceğiz? Bu kararı sadece ve sadece bu halk verecektir. Sağlıcakla…