Haita’nın gönlündeki gençlik hayalleri, ol­gunlukla deneyimin getirdikleriyle yer değiş­tirmemişti. Düşünceleri saf ve hoştu, çünkü hayatı basitti ve gönlü de hırstan arınmıştı. Güneşle birlikte kalkar, çobanların tanrısı, duyan ve hoşnut olan Hastur’un mabedine gidip orada dua ederdi. Bu dinsel törenini gerçekleştirdikten sonra Haita, ağılın kapısı­nı açar ve yolda, kesmiklerle yulaf çöreğini yi­ye yiye, arada bir de ağzına çiyin soğuttuğu birkaç böğürtlen atmak ya da vadinin orta­sındaki dereye katılıp, -neden bilmiyordu, ama- onunla birlikte akmak için tepelerden gelen sulardan içmek için dura dura neşeli bir ruh hali içinde sürüsünü otlağa çıkartır­dı. Tarifsiz bir kedere boğulan Haita, diz çö­küp ona kalması için yalvardı, ayağa kalkıp, gittikçe koyulaşan karanlıklarda onu aradı, onun adını haykırarak oraya buraya koşup daireler çizdi, ama hepsi boşunaydı. Kız, ar­tık gözle görülemiyordu, bulabildiği tek şey, kızın karanlığın içinden gelen ve şunları söy­leyen sesiydi: “Hayır, beni arayarak bulamaz­sın. Sorumluluklarının başına dön, seni inançsız çoban, yoksa bir daha asla buluşmamlayız.” Haita, kızın ayaklarına kapandı. “Güzel varlık!” diye haykırdı, “eğer kalbimle ruhu­mun bütün adanmışlığını, Hastur’dan sonra, kabul etmeye tenezzül edersen, ebediyen senindir, ama ne yazık ki sen kaprisli ve aksi­sin. Belki yarın güneş doğmadan seni tekrar kaybetmiş olabilirim. Söz ver, yalvarırım, se­ni nasıl bir cahillikle gücendirirsem gücendi­reyim, beni bağışlayacak ve daima yanımda kalacaksın. ”Daha konuşmayı bitirmemişti ki bir ayı sürüsü tepelerden çıkıp, ağızları kıpkızıl ve barut gibi gözleriyle üzerlerine doğru koştur­maya başladılar. Genç kız yine ortadan kay­boldu, Haita da dönüp, canını kurtarmak için kaçtı. Koştuğu yere, kutsal münzevinin yattı­ğı yere varana kadar da durmadı. Kapıyı, ayı­lara karşı alelacele sürgüledikten sonra ken­dini yere atıp gözyaşlarına boğuldu. “Oğlum,” dedi münzevi, Haita’nın o sabah kendi elleriyle taze taze topladığı samanlar­dan yapılma sedirden, “ayılar yüzünden ağlamak sana yakışmıyor, üzerine neyin hüznü­nün çöktüğünü anlat bana. Yaşlılık, gençli­ğin yaralarına, bilgeliğinin elverdiğince mer­hemlerle derman olur. ”Haita, ona her şeyi anlattı: Işık saçan genç kızla üç kere nasıl karşılaştığını ve kızın ken­disini üç kere nasıl terk edilmiş, harap bir halde bıraktığını. Aralarında geçen her şeyi, konuşularıların tek kelimesini bile atlamadan en ince ayrıntısına kadar anlattı. Bitirdiğinde, kutsal münzevi bir an için suskun kaldı, sonra da dedi ki: “Oğlum, öykünü dinledim, bu genç kızı tanıyorum. Diğer birçokları gibi onu ben de gördüm. O zaman bil ki, senin sormana izin bile vermeyeceği adı Mutluluk’tur. Ona doğruyu söylemişsin, insana gerçekleştiremeyeceği koşullar dayat­tığı için kaprisli olduğunu ve bütün o suçların terk edilmeyle cezalandırıldığını. O sadece aranılmadığında gelir ve sorgulanmaması ge­rekir. Bir merak belirtisinde bir şüphe işare­tinde, endişe dolu tek bir ifadede gider! Her seferinde uzaklara kaçmadan ne kadar kaldı yanında?” “Sadece tek bir an,” diye cevapladı Haita, itiraf etmenin verdiği utançla yüzü kızararak. “Her seferinde, onu tek bir an için kendimden uzaklaştırdım.” “Zavallı genç!” dedi kutsal münzevi, “dü­şüncesizlik etmeseydin iki an kalabilirdi yanında.”