Coğrafyada hiçbir şehrin, hatta en basit bir yerleşimin bile tesadüfen kurulduğu düşünülmemektedir. Her yerleşimin bir kuruluş amacı vardır ve bu amaca yönelik olarak da her yerleşim, bir işlevi yerine getirmektedir.

Coğrafyada hiçbir şehrin, hatta en basit bir yerleşimin bile tesadüfen kurulduğu düşünülmemektedir. Her yerleşimin bir kuruluş amacı vardır ve bu amaca yönelik olarak da her yerleşim, bir işlevi yerine getirmektedir.

Şehrin büyümesi, gelişmesi, zenginleşmesi hatta sosyalleşmesi ve alanında ulusal veya uluslararası bir düzeyi yakalayabilmesi bu işlevini   -fonksiyonunu- yerine getirmedeki başarısıyla doğru orantılıdır. İşlevini yerine getirenler büyür gelişir, getiremeyenler küçülür sönükleşir, hatta bir süre sonra boşalır, terk edilir.

Çevremizde bu biçimde terk edilmiş, bugün ören yeri, harabe ya da antik kent diye ziyaret ettiğimiz pek çok şehir vardır. Bunların bazıları Akdeniz kıyılarındaki Roma’nın ticaret limanları, bazıları yükseklerde kurulmuş savunma amaçlı garnizon kentleri, bazıları da Selçuklunun kervan yolları üzerindeki kara ticaret merkezleridir.

Roma’nın yıkılması, bir imparatorluğun, bir devletin yıkılmasından, parçalanıp dağılmasından çok daha fazla bir şeydir. Bir baraj yıkılmış, bir dönem bitmiş, bir sistem çökmüş, yaşam tarzı temelinden değişmiştir.

Roma’nın ticaret ve para ekonomisi, tarımsal üretim ve mal mübadelesine dönüşürken, kent yaşamı kırsal yaşama dönüşmüştür. Hal böyle olunca da Roma’nın ticaret limanları, zaman içinde önemini kaybetmiştir.

Yükseklerdeki garnizon kentleri de yeniçağ başlarında ateşli silahların icadı ve topçuluğun gelişmesi karşısında, önemini yitirdiğinden çoğu terk edilmiştir. Osmanlıda ticaret yollarının değişmesi de Selçuklunun kervan yolları üzerindeki kentlerinin işlevini bitirmiştir.

Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ve bu durum: fonksiyonu farklı olan şehirlerde de aynıdır. Örneğin sanayi şehirleri, belli bir ürün üzerine gelişen (kömür, petrol, pamuk, kauçuk gibi) şehirler; şifa veya kaplıca şehirleri, eski başkentler; gezi, eğlence ve turizm şehirleri; kültür sanat ve üniversite şehirleri de bu temel işlevlerini yitirince küçülür ve yerine başka bir işlev konulamamışsa silinir gider.

Kentlerin yerleşim planları da bu fonksiyonlarını en iyi biçimde yerine getirecek şekilde düzenlenir. Daha doğrusu kentin yerleşim biçimi, kasıtlı müdahaleler olmazsa eğer, işlevinin doğal bir sonucudur. Kent öne çıkan en belirgin fonksiyonları çevresinde gelişir.

Örneğin başkentlerde şehir: yönetim merkezlerinin çevresinde gelişir. Paris’te Luvr ve Eliza saraylarının etrafı, Brüksel’de kraliyet sarayı ve bakanlıkların bulunduğu bölge, Osmanlıda Topkapı sarayından boğazdaki saraylara doğru bir gelişme gözlenir.

İç bölgelerdeki şehirlerin gelişmesinde ise en çok yollar etkili olur. İlk çağlardan beri önemli ulaşım ve ticaret yolları üzerindeki kentlerin hızla geliştiği görülmüştür. Örneğin Lidyalıların, Sart’tan başlayıp, Persepolis’e dek uzanan Kral Yolu üzerindeki kentler, İpek Yolu üzerindeki kentler, bu yolların etkin olduğu dönemlerde bölgelerinin en önemli kentleri olmuştur.

Ancak bu yolların yön değiştirmesi ya da önemini yitirmesiyle bu kentlerde önemini yitirmiş, bazıları yüklendikleri yeni fonksiyonlar sayesinde varlığını sürdürürken, bazıları da tarih sahnesinden silinip gitmiştir.

Avrupa’daki iç bölgelerde de kentlerin hemen pek çoğunun bir nehir kenarında ve tren istasyonu çevresinde kurulup geliştiği görülür. Ulaşımın ağırlığı da su ve tren yollarındadır. İşte bu yüzden şehirler, bu öne çıkan fonksiyonlarına göre, yani nehir ve tren istasyonuna göre planlanmıştır. Örneğin Köln’ün kalbi Hatbanof dedikleri tren istasyonu çevresidir ki, burada Ren Nehri, istasyon ve Dom (kilise) üçü bir aradadır. Yollar, parklar ve yerleşim alanları, bu merkezin etrafında yarım daireler oluşturmaktadır. Ring denilen bu halkalarla kent, adeta merkezi sarmakta, kuşatmakta ve kucaklamaktadır. Çevreden merkeze yönelen yollar da bu ringleri dik veya dike yakın açılarla keserek merkeze ulaşmaktadır.

Strasburg’daysa şehir: çok büyük bir katedralin çevresinde ve onu çevreleyecek biçimde müze, üniversite, gibi yapıların ve çarşı, pazar gibi yerlerin oluşturduğu bir merkezin etrafına, halka, halka eklenerek oluşmuş gibidir.

Şehrin içinden akan akarsu, katedralin etrafında halkalar oluştururcasına, ya da bir kentin su hendekleriyle dışarıdan gelecek saldırılara karşı korumasını sağlarcasına, kentin çevresinde dolana dolana akıyor ve Ren nehrine de bağlanarak Strasburg’un denizlere dek ulaşımını da sağlıyor. Çevreden merkeze yönelen yollar da merkezi çevreleyen halkaları mümkün olduğunca dik açılarla kesiyor.

 İşin ilginç tarafı, Strasburg’daki bu nehir, oldukça derinden akıyor. Yani neredeyse Antalya’daki falezler kadar derinde olmasına rağmen suyolu taşıma ve ulaştırmada önemli bir rol oynuyor. Yani Antalya’da olduğu gibi, falezler ulaşıma engel değil.

Amsterdam’da ise kentin çekirdeği, Kraliçenin Sarayı (Dam) ve tren istasyonunun çevresinde gelişmiş gibidir. Hatta Dam Meydanından etrafa halka halka dağılmaktadır, denilebilir. Yüzlerce kanal, sanki çok düzenli bir ızgara planı gibi birbirini dik açıya yakın açılarla kesmektedir. Ve kanallar ulaşımda Amsterdam’ın kan damarları gibidir.

Antalya da Helenistik ve Roma dönemlerinde ve hatta sonrasında da Selçuklunun önemli bir ticaret limanı olarak, konumunun fonksiyonlarını yerine getirecek biçimde 1950’lere dek doğal gelişimini, sürdürmüştür, denilebilir. 

Yat limanı ve Kaleiçi, coğrafyaya, çağın ihtiyaçlarına ve kente yüklediği fonksiyonlara uygun olarak ve denizden kopmadan, deniz eksenli gelişmiştir, denilebilir. Fakat sonraki dönemlerdeki planlamalarda, deniz işlevsiz bırakılınca, plana hatır gönül, keyfiyet ve rant (getirim) girince, kent konumuna uygun doğal gelişimini kaybetmiştir, diye düşünüyorum.