Ülkelerin örgütlü devlet yapılanmasında, genel yönetimler, saraylarda, parlamento binalarında ve şehirlerin hükümet konaklarında, yerel yönetimler belediye saraylarında, askerler kışlalarında, eğitim okullarda, ruhban sınıfı tapınaklarda bulunur.

Bunlar halka buralardan seslenir. Halkın sarayı, konağı, okulu, kışlası, tapınağı ise meydanlar, köprüler ve parklardır. Onun için tarih boyunca bunlar ülkelerin, şehirlerin, yerleşimlerin en önemli alanları olmuştur. Bana göre bir ülkede meydanların çokluğu ve büyüklüğü o ülkede halkın sesine ne denli kulak verildiğinin göstergesidir. Ülkelerin insana dönük en önemli alanlarıdır.

            Çünkü meydanlar insanların kendisini ifade etme sosyalleşme, sevincini öfkesini ifade etme alanlarıdır. Bu yüzden toplu büyük kutlamalar kadar, özgürlük mücadelelerinin de sembolü haline gelmiştir. Gezdiğim ülkelerde gördüğüm kadarıyla batıda meydanlar küçük ama çok, doğu toplumlarında ise meydanlar hem çok ve hem de çok büyük.

Ben bu meydanlardan Moskova’nın Kızıl meydanı, Tahran’ın Azatlık Meydanı, Amsterdam’ın Dam Meydanı İsfahan’ın Nakş-ı Cihan Meydanı gibi pek çok ünlü meydan gördüm. 2005 yılbaşını Amsterdam’ın karlarla kaplı Dam Meydanında, 2012 yılbaşını Roterdam’ın yağmurlu Erasmus Köprüsünde on binlerce, 2017 yılbaşını Sydney Köprüsünde yaz sıcağında yüz binlerce insanla birlikte kutlayarak aynı amaca yönelmenin, aynı duyguları yaşamanın sevinç ve mutluluğunu, insan olmanın büyüklük ve bütünlüğünü hissettim.

İnsanlar ki, o meydanlarda nice güzel duyguları hep birlikte yaşamış, nice duygu ve düşünceler uğruna can vermiştir. Meydanlar eski Yunan’da parlamento görevi görmüştür. Bugün de hala kamunun vicdanı, yöneticinin hamaset alanı, toplumun belleği, duygu ve düşünce merkezi olmaya devam etmektedir.

            Özellikle bir bireysellik okyanusunda kaybolan Batı toplumlarının yalnızlaşmış insanlarını yılbaşlarında meydanlar toplar, köprüler birbirine bağlar. Sonrası yeni yıla özgü hayaller, düşler ve kar taneleri gibi uçuşan ümitler, birbirinden güç alarak yayılırlar. Meydanlar gönülden gönüle köprüler kurar.

Bizde ise meydanlardan (halktan) korkulduğu içi olmalı ki meydanlarımız küçük ve yok denilecek kadar azdır. Bu yüzden duygularımızı toplu ifade olanaklarımız da sınırlıdır. Bu alanda en önemli iki örnek, cumhuriyet yürüyüşleri ve Gezi Parkı olayıdır.

     Mart ve Nisan 2007 aylarında yapılan Cumhuriyet Mitingleri, dünya çapında ve tarihimizde görülen en büyük sivil toplum hareketleri olması bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Her ne kadar konusu ve amacı itibariyle komplo teorileri baskın gelse ve sivil topluma karşıt, devletçi ve militarist bir karakter içerse de sivil toplumu harekete geçirmesi açısından çok büyük bir başarıdır.

Bir milyona yakın insanı belli bir amaç etrafında sokakta toplayıp yürütebilmek, ilerde sivil amaçlarla da örneğin demokrasi ve insan hakları gibi daha sivil ve daha insanla ilgili konularda da yürütülebileceğini göstermesi açısından çok önemliydi. Ama herkes, millete karşı devletin yanında örgütlenince, mitinglerden kimse bir yarar sağlayamadığı gibi, ülke ve insanlar çok büyük zarar görmüş, yıkılmak istenen AKP mağdur pozisyonuna yatarak, daha büyük kazanç sağlamıştır.

Hatta bu büyük sivil direnişin, bir direnişten çok arkasını askere dayayan bir gösteriş olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü şu anda ülkenin ekonomik anlamda batmış olması, milletin birbirine düşman kamplara ayrılması bir tarafa, demografik yapısının değiştirildiği, dünyanın her yerinden hırsız, yolsuz, mafya, çete gibi ne olduğu belirsiz insanların ülkeye doldurulduğu çok daha acil durumlar karşısında sivil toplumdan hiç ses çıkmamaktadır. Demek ki cumhuriyet yürüyüşlerindeki ses, sivil toplumun değil arkasındaki askeri gücün sesiymiş.

O yüzden bizde gerçek anlamda bir sivil toplum hareketi sivil toplum örgütlerinin dışında kendiliğinden gelişip sonradan sivil toplum tarafından benimsenen Gezi Parkı olayıdır diye düşünüyorum. O yüzden etkisi de askeri darbelerden daha fazla olmuştur. Gülencilerin ayrılmasıyla iktidarın parçalanmasına, orduya yapılan darbenin kumpas temellerinin ortaya çıkmasına, iktidarın kendisini sağlama almak amacıyla muhafazakâr kitleyi din ve milliyetçilik kalıplarına alarak ülkeyi kamplara ayırmasına, dindar ve kindar bir toplum yaratarak ülkenin kültür temelinde bir bölünmeye götürülmesine neden olmuştur. Dolaysıyla sivil toplum yeşermeden kurutulmuş olup bir daha da belini doğrultamamıştır.

Sonuç olarak aklın bilimsel kalıplarından çıkarılıp, Şark kurnazlıklarının çıkar kalıplarına yerleştirilerek oluşturulan bir milliyetçilik anlayışı, herkes için en büyük tehdit olup ülkeye, insana ve insanlığa zarar verir. Psikolojik bir hastalık olup ne zaman nerede ortaya çıkacağı bilinmeyen bir sara nöbeti gibidir.

Dinci sivil toplumun dinimi savunuyorum diye, milliyetçi sivil toplumun, devletimi savunuyorum diye iktidar partisinin arka bahçesi olması dindarlık ve milliyetçilik değildir. Dindarlık ve milliyetçilik, iktidar nimetlerinden yararlanmak için mafya, çete ve halkı soyanlarla iş birliği yapmak, ülkenin yol geçen hanına çevrilmesine sessiz kalmak değildir. Hatta tam da bunların tersini yapmaktır. Fakat ne var ki, maalesef bizde ve öteki az gelişmiş ülkelerde sivil toplumun, sivillikle ve özellikle de savunduğunu söylediği değerlerle hiçbir ilgisi yoktur.