Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken, eski harman içinde. Seyreden seyran eden çokmuş ama “çok ” demesi günahmış akıllı uslusu da varmış ama bizden daha delisi yokmuş… Ne ise hoppala hoptan, sana bir mintan kestirdim, makas kesmez, iğne batmaz toptan… İlikleri karpuz, düğmeleri turptan… Ne aslı var, ne astarı ama giyersin gene, hiç yoktan… Atarsın bir yana durur, yazın sıcaktan korur, kışın soğuktan… Yaşa, yağmura gelmez ama ne kurşun işler, ne delinir oktan… Gayrı çıkarma dilini, öp babanın elini azdan, çoktan… Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken, eski harman içinde… Varlı vakitli bir evin yarlı yakışıklı bir kızı varmış dil ile tarif edilmez ki, edeyim. Güle benziyormuş allar içinde, serviye benziyormuş dallar içinde acaba insan bakmaya kıyar mı ki. Anası babası gözlerini gözünden ayırmaz, ellerini sıcaktan soğuğa vurdurmazlarmış ama feleğin gözü kör olsun, daha bir bülbül gelip de dalına konmadan ecel gelip kapılarını çalmış ocaklardan ırak, ikisini bir tahtada alıp gidince, dünya bu gül kızın başına yıkılmış, ahü zarı, yeri göğü tutup bir gözü anasının yoluna akmış, bir gözü babasının ama elden ne gelir, dilden ne gelir yürek yarası bu, yarılmaz ki yarılsın sarılmaz ki sarılsın, Allah sabrını versin yoksa… Bereket versin Günün birinde hayırlı bir kısmet çıkmış da, Gül kız, allı, pullu gelin olup kapı ardından kurtulmuş. Talihinden kocası da ağzı var, dili yok kuzu gibi bir adammış kimsenin bir tüyüne dokunmaz, yerdeki bir karıncayı bile incitmekten sakınırmış. Velakin alnının teriyle geçindiği için evin bütün işi Gül kıza bakıyormuş. Gel gelelim, Gül kız el  üstünde büyütüldüğü için ömründe ne ocak başı görmüş ne tandır aşı. Ne elleri işe varıyormuş, ne parmakları dikişe… Ocaklar is bağlamış, süpürülmeye süpürülmeye. Örümcekler ağ bağlamış, silinmeye silinmeye. Hâsıla kelâm, evin yüzüne bakılmaz olmuş. Gül kız kocasının da nevri döndüğünü sezmez olur mu, sezmiş ama ne yapsın elinden gelse, elini saçak, saçını süpürge edip her tarafı ayna gibi yapacak pişireceğini, tadıyla tuzuyla pişirip koçacağınızın da  yüzünü güldürecek ama yürekte var, elinde yok! Bundandır, kendi  kendine yanıp yakılır, yeri,  göğü yaradana yalvarıp, yakarırmış: “Hey Allah’ım, iki elim on parmağım var ama işe güce varmıyor, varsa bile, yaramıyor ya kaş yapayım derken göz çıkarıyorum, ya da yaptığım işi ağzıma yüzüme bulaştırıyorum. Bu gidişle evim ocağım başıma yıkılacak, görüp güvendiğim sensin. Sen bana bir çare halk et Allah’ım” diye. Bir gün yine böyle ah ü vah ederken, evin içinde nur yüzlü bir hatuncuk peyda olmuş. “Neden sonra: “Ne diye oyalanıp duruyorum sanki! Sınamayı kurt  yemez ya, gerçekten o perili ana, bunları parmaklarıma sakladıysa, ya işten belli olur, ya aştan!” deyip, bağlamış önlüğü beline, almış alacağı işi eline… O nur yüzlü hatuncuğun dediği gibi, şöyle bir kımıldatmış parmaklarını, o kadar… On parmağındaki on peri, her işi yapıp yakıştırmış! Her aşı pişirip taşırmış, gayrı inanmaz olur mu, sevincinden deli divane olası gelmiş… Akşam olup da kocası dönünce,  ne görsün! Evin şekli, şemaili değişmiş Gül Kız gül gibi yapmış her tarafı… Adamcağız gözü gönlü açılıp baktıkça  bakası gelmiş… Hele o yemekler, mis gibi ömründe tatmadığı şeyler, yedikçe yiyesi gelmiş. “İlâhi, evimin gülü, ocağımın bülbülü demiş elin kolun dert görmesin, iki cihanda yüzün ak olsun gayrı evimiz, eve benzeyip, ocağımızın tadı tuzu yerine geldi.” İşte o günden beri, güler yüz, tatlı dil ile gönül hoşluğu içinde yaşayıp saadetleri dillere destan olmuş, onlar da ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine, gökten üç elma düştü, evini, ocağını cennete çevirenlerin başına!