Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya’nın güneyinde bir çiftlikte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere kadar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda ne bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatakları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yataklarının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görünüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önündeki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izleri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı. Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadığı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boynuna asar, ihtiyar köpeği Trezor’u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar avcılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflarda bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela güzün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, hele keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının derisi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı. Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine girerdi ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım öyle neşelenirdim ki! Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor’un dişleri arasında kanlar içinde çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim! Ama babam on iki yaşıma basmadan önce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vereceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti. Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onlara gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine taşıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yüksekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların arasına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzakta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi. Onları babama gösterirdim ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söylerdi. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldığını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor’a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor’a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: “Arrier! Arrier!” Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğrudan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayakları arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor’un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı. Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım. Hem öyle gücüme gitti ki! Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki! Saçmalar mutlaka onu bulurdu.