Samime Hanım, kanepeye oturmuş, sarı siperli lambanın ışığında gazete okuyordu. Masanın üstünde ufak saatin gizli tıkırtısı, köşede yanan sobanın derin çıtırtısı bu oda­ya ölgün bir ruh veriyordu. Usulca kapı açıldı. İçeriye kuyruğunu kaldırarak, kapının pervazına, minderin ucu­na sürünerek bir kedi girdi. Sobanın yanındaki şiltenin üstüne çıktı, kıvrıldı. Arkasından, mavili fanila entarisi, siyah kuşağı, lepiska, gür saçlarını yarı örten mavi yemenisiyle, pembe, değirmi çehresiyle bir kadın çekinerek ve başını sağ omzuna doğru bükerek duvarın kenarında dayandı. Durdu. Ayşe küçük minderi çekti. Diz üstü oturdu. Bu ka­dın, Beyefendi Trablusgarp’a gideli, her akşam işini bitir­dikten sonra, gelir, minderin ucuna oturur, hanıma bir iki saat arkadaşlık ederdi. Ayşe’nin garip bir talihi vardı. Pederi beş yıldır Trablusgarp’ta idi. Bu senenin baharında kur’ası çıkıveren ni­şanlısı Tosun da Trablus’a sevk edilmişti. Ailesi bir İstan­bul’dan, bir de Bingazi’den mektup almışlardı. İkinci mektupta Yemen’e gideceğinden bahsediyordu. Fakat altı aydır ne pederinden kâğıt almıştı, ne Tosun’dan ha­ber vardı. Bir taraftan baba eksiği, diğer cihetten nişanlı­sının ayrılığı ve bu iki hicrana eklenen yoksulluk Ayşe’yi İstanbul’a gelmeye mecbur etmişti. Hemşehrileri onu Ci­hangir’de Erkânı harbiye binbaşılarından Tuğrul Bey‘in yanına koydular. Beyefendi ona nişanlısıyla, babasından haber getireceğini vâdetmişti. Fakat işte buna muvaffak olamadan Tuğrul Bey de yine oraya, Ayşe’yi diyarından, babasından, yârinden ayıran Trablus’a gidiyordu. Bura­lardan düşmanı kovduktan sonra ona babasını, nişanlısı­nı da beraber getirecekti. İkisi de ağlaya ağlaya abdest aldılar. Başörtülerini örttüler, seccadelerini yaydılar. Sessizce namaza durdu­lar. Birer melek gibi Allah’a o derece kayboldular ki, o derece benliklerinden, varlıklarından geçtiler ki, o dere­ce bittiler ki secdeye kapanan başları yerden kalkmak is­temiyor dimağlarına hücum eden tufan-ı niyaz biçareleri o vaziyette eritiyordu. Namazdan sonra titreyerek kıble­ye açılan eller, dakikalarca hareketsiz kaldı. Tutuşan yü­reklerinden kopan ateş damlalarıyla ağladılar. Bu kıvıl­cımların Allah dergâhında birer iz bırakacağına iman ederek, yine o sükûnetle seccadelerini topladılar. Ayşe usulca kalktı, odasına çekildi. Yatağın kenarına oturdu. Babasının ruhuna tekrar bir Fatiha’cık hediye et­ti. Yorganını çekti. Acıyan, yanan göz kapaklarına, biça­relerin biricik teselliyetkârı olan uyku bile yaklaşmıyor­du. Babası “işte ni­şanlın” dedi ve kızını alnından öptü. Kız, bu helecanla gözlerini açtığı zaman gördüğü rü­yanın tesiriyle bütün vücudu kırılmış, takatsiz bir halde idi. Şimdi, sokaktan geçen salepçinin derinden gelen ba­ğırtısını işitiyor. Bir saatten beri çektiği azabı düşünürken nişanlısının “Padişah babamıza bir demetçik çiçek götür” sözünü hatırladı. Bu hediye Trablus’tan birkaç güne ka­dar düşmanı kovduktan sonra verilecek değil miydi? Lakin babasının şahadetiyle Ayşe’nin korkusu çoğalmış, sabrı tükenmişti. Birkaç gün daha tahammül edemeyecekti. Saf bir inkıyat ve dini bir teslimiyetle bahçeye indi. Her zaman, sararmış yapraklarını ayıkladığı, topraklarını yumuşattığı menekşe tarhından o sabah açılan mor koku damlalarından yaptığı mini mini demeti ince ipek kâğıdına sardı. Hanımcığı ona akşam anlatmamış mıydı ki, “çi­çeklerin rayihası, renklerin lisanıdır.” Belki Padişahın ru­haniyeti bu menekşelerin yalvaran sözlerine agâh olur.  Ayşe aldanmıştı, bir örnek elbise giyen her nefer yekdiğerini andırırdı. Zavallı kız bu sırada Tosun’un ha­yalini görmüştü. Hemen bir polisi ve oradan geçenlerden birkaç kişi Ayşe’yi ayılttılar. Kendisine gelince etrafına bakındı. Elinden düşen menekşelerin çamurların içinde ezildiğini gördü. İpek kâğıdından beyaz kefenleri içinde cansız yatan bu mor çiçeklerin mini mini naaşları üstünde bir mezar taşı hüznüyle dimdik dondu, kaldı. O dakika Tosun’un rüyadaki, “ben şehit olmamışsam çiçekleri mutlaka vereceksin” sözleri yıldırım gibi beynini yaktı, “demek ki bitti, o da bitti” dedi ve ağlayan gözlerini ma­tem rengindeki peçesinin bulutu altında sakladı. (ALINTI)