"Hayat, özellikle satır araları dikkatlice okunması gereken kurgulanmış bir hikâyeden başka bir şey değildir" diyor 51 yaşındaki Yazar Perihan Alagöz ve yazar olmanın kendisi için tarifi zor bir mutluluk hali olduğunu söylüyor. Alagöz, "2021 de “Seni Anlamak Öyle Zor Ki” adlı kurmaca kitabım basıldı. “Peripeteia” ise 2022 de okuyucuyla buluştu. Öğretmenliğimin onuncu yılında darısı üçüncü romanıma" diyerek yazarlık serüveninde tarifi zor mutlulukları peş peşe yaşadığını dile getiriyor.
Alagöz, yazar olma serüveni esnasında çevresindeki kimsenin kendisine inanmadığını da sözlerine ekliyor. Yaş sebze meyve halinde ihracat yaparak başladığı iş hayatına Almanca öğretmenliği ve çevirmenlik yaparak devam eden Alagöz, yazmaya karşı bir tutku geliştirmiş ve bu tutkusundan da vazgeçmeyi düşünmüyor.
YAZAR OLMA YOLUNDA BİR ANNENİN MÜCADELE HİKAYESİ
Hikayelerini tutkuyla yazan 51 yaşındaki Yazar Perihan Alagöz, hayat hikayesini şu sözlerle anlatıyor:
"Her şey bir rüyayla başladı. Sabah uyandığımda heyecandan hala kalbim çarpıyor, yaşadığımın hayal mi gerçek mi olduğunun ayrımına varmaya çalışıyordum. Rüyamda imza günümdeydim. Rüya diyorum ama öyle böyle sıradan bir rüya değildi. Sanki paralel evrende bunu gerçekten yaşamıştım. Gözümü kapatıp tekrar zihnimde yaşadıklarımı canlandırmaya çalışsam da bu artık mümkün değildi, bitmiş gitmişti. Sadece bende bıraktığı haz sıcaklığını koruyordu.
İşte yazmaya bu rüyama tutunarak başladım. Şu anda yazması kolay gibi görünse de yolculuğum bunun aksine engellerle doluydu. Rüyamdan aynı heyecanla en yakınlarıma bahsettim. Bıyık altından gülümsediler. Haksız da değillerdi. Patlıcanı “patliğcan” diye telaffuz eden ben, “de” yi “da” yı kafasına göre ayrı veya bitişik yazan ben ve kurmaca eser… Şimdi düşününce ben bile gülümsemeden geçemiyorum, hangi Türkçe ile yazacaktım?
Almanya’da bir işçi ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya geldim, sene 1973. Kindergarten, ilkokul derken Montessori Gymnasium’da fen eğitimi aldım. Yaşadığım ülkenin diline ana dil seviyesinde hâkim olunca asla aidiyet sorunu yaşamadım. Ancak yaz tatillerinde Türkiye’ye geldikçe, tanımadığım bu kültür beni cezbetti. O zamanlar neden böyle bir karar aldığımı anımsayamıyorum ama üniversiteyi Türkiye’de okumak istedim ve Ege Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne yerleştim. Mezun olduktan sonra tekrar Almanya’ya dönecektim. Ancak aşk bana hayatımda her zaman bir B planının olması gerektiğini öğretti. 1996’da mezun oldum, evlendim ve eşimin yanına Antalya’ya yerleştim. Bu ana kadar Türkiye’de kaldığım süreyi hep tatil gibi algılıyordum, dönecektim çünkü. Ama ne zaman ki yerleşik duruma geçtim, panikledim. Aynı dilde iletişim kurabildiğim insanlardan uzaklaşmış, duygularımı dile dökemediğim bir ortamın içerisine balıklama atlamıştım. Kendini anlatamamak… Düşüncelerini bir çırpıda aktarabilmenin ne denli kıymetli olduğunu sık sık düşündüğüm dönemlerdi. Yanlış anlaşılmalarımdan dolayı kendimi sürekli özür dilerken bulduğum dönemler…
Üniversite yıllarımda bir hocamla birlikte Mehmet Emin Resulzade’nin “Azerbaycan Problemleri” adlı kitabını çevirmiştik. O’nun yönlendirmesiyle formasyon eğitimimi aldım. “Cebinde bulunsun, ileride belki öğretmenlik yaparsın.” diyerek ona çeviride vermiş olduğum desteğin karşılığı gibi olsun istemişti sanırım. Antalya’ya geldiğimde ise sadece iki tane özel okul vardı beş yıllık deneyim isteyen. Belgem gün yüzü göremeden cebimde kalmıştı.
Diplomalı ev hanımı olmamalıydım. Kendi yolumu bulmalıyım derken, kendimi yaş meyve sebze halinde, ihracat yaparken buldum. Şirket müdürlüğümün yanı sıra Antalya İhracatçılar Birliğinde yönetim kurulu üyeliği, başkan vekilliği, Avrupa Birliği Komite Başkanlığı derken on sekiz yılımı geçirdim bu meslekte. Detaylara girecek olursam sanırım buradan da bir kitap çıkar.
Kırk yaşıma geldiğimde anladım ki ben bir işkoliğim. İşimi yönetiyorum sanırken aslında işim bizi, ailemizi yönetiyormuş. Kızım ortaokulu bitirmek üzereydi. Birlikte anı biriktirmek için zamanımız daralıyordu. Aktif iş hayatımı noktalama zamanım gelmişti. Sıkça duyduğumuz replik: Kırkla gelen farkındalık… Klişeye ben de dahil oldum.
Aktif iş hayatından sonra eve kapanmak nasıl bir şey? Bir çoğumuz bilir bu duyguyu. Günler, haftalar, aylar derken kendimi evimin köşesinde duran bir vazo gibi hissetmeye başlamıştım. Üzüm üzüme bakarken misali… İşte tam o zamanlarda tanıştım Oğuz Atay ile. “Tutunamayanlar”ı okumaya, anlamaya çalışıyordum. Ne mümkün. Bırakın Oğuz Atay’ı anlamayı, okuduğumu dahi anlayamıyordum. Uzun zamandan beri Türkiye’de yaşıyordum ama edebiyatın kendine has bir dili vardı ve benim iletişim için kendimce öğrendiğim Türkçe bundan çok uzaktı. Tam pes etmiştim ki o rüyayı gördüm.
Çevremdekiler inanmasalar da gerçekleşmesini istediğim bir hayal olmuştu. O sıralar tek hayalim... Nereden başlamalıydım? “Tutunamayanlar”ı ikinci kez okumak için tekrar aldım elime. Neden “Tutunamayanlar” bilmiyorum. Takılıp kalmıştım işte. Elimde kitabımla bir gün bir yerde otururken neşeli, enerjisi yüksek bir kadın geldi, boş masa yoktu, birini beklediğini, kısa süreliğini masama oturup oturamayacağını sordu. Elbette oturabilirdi. Elimdeki kitabı çantama sakladım. Ya okuduysa, kitap hakkında bir şeyler sorarsa, diye korkmuştum. Söyleyecek bir şeyim yoktu çünkü. “Meltem ben” ile başlayan kısa bir small talktan sonra “ben yazıyorum.”, dedi. Şaşkınlığımı tarif edemem. Bu da neydi şimdi? Kırmızı Kalem’de yaratıcı yazarlık kursuna gittiğini, hikayeler yazdığını söyledi. Bu sözünün üzerine atlamaz mıyım? “Ben de yazmak istiyorum, bir hayalim var!” diye bilmiştim. Meltem’in beklediği kişi soracaklarım, konuşacaklarım henüz bitmeden gelmişti. Hızlıca telefon numaralarımızı alıp verdik. Birkaç gün içerisinde beni Kırmızı Kalem’den aradılar. Yeni bir grup oluşturuyorlarmış, Meltem telefonumu vermiş, davet ettiler. Hayalime koşar adımlarla gittim ve bunun mimarı Dr. Meltem Demir’di. Kendisine minnettarım.
Hocam Ruteba Doğan olacaktı, kendisi ile tanıştım ve yazma serüvenim böylece başlamıştı. Bana inanmayanlar olsa da hayalime tutunmak istedim. Öylece sıradan bir zihin oyunu değildi çünkü, olmamalıydı. Aylarca gittim geldim. Gerçekten sadece gittim ve geldim. Üç kişiydik ve ben yine bir şey anlayamıyordum. Ortaya atılan sorular tartışılıyor, kitap ve yazar isimleri havada uçuşuyor, eserler arası bağlantılar kuruluyor, sorunsallıklardan bahsediliyor, bende ise tık yoktu. Sadece not alıyordum. Deli gibi not tutuyordum. Okumam gereken ne çok kitap varmış meğer. Yol uzun… çok uzun… Ömrüm yetecek miydi? Dağın diğer tarafını göremesem de söz verdirdim sevgili kendime: Pes etmek yok.
Uyumadığım zamanlarda okuyordum. Kitap kulüplerine dahil edildim. O zamanki kurs arkadaşlarım tam destek beni gittikleri yere götürüp kitap severlerle buluşturuyorlardı. Yol arkadaşım Ümit Yücetin’in hakkını asla ödeyemem.
Nihayet ödev olarak verilen bir temrin çalışmasıyla hocam bende biraz ışık görmeye başlamıştı. Okurken yüzünde oluşan mimiklerden anlamıştım. “Evet, fikir çok keyifli, üzerine çalışılmalı.”. Dünyalar benim olmuştu. “Tutunamayanlar”ı üçüncü kez okumuş, Oğuz Abi ile bir söyleşi kurgulamıştım. Elbette daha yolum uzundu ama içimde bir mum yanmıştı artık.
Kitap kulübümüzün o ay okunacak ve tartışılacak kitabı “Tutunamayanlar” olunca benim de artık söyleyecek sözlerim olmuştu. Kendimi Selim’den bahsederken buldum. Çok üzülüyordum Selim için. Anlaşılmamak çok zordu. İlk kitabımın konusuyla yolum kesişmişti: “Tutunamayanlar”ı okuyan bir tutunamayanın tutunma hikayesinin doğumu böylece başlamış oldu.
Kitap kulübünün ertesi günü tanıdığım vasıtasıyla özel bir okula davet edildim. Üç aylığına Almanca öğretmeni arıyorlardı. Kırkımdan sonra öğretmenlik… Onu da deneyimleyecektim. Üç ayın sonunda bu mesleği çok sevdiğime ve devam etmek istediğime karar verdim. Meslek yerine bir yaşam biçimi demek daha doğru olur. Farklı bir dünya çünkü. Yeni dünyalar yaratılan bir dünya. Hayatlara dokunmanın hazını yaşıyordum. Dil öğrenen gençlerin, ufuk çizgilerinin genişlediğini, öz güvenlerinin arttığını görmek… Onlarla birlikte ben de gelişiyordum.
Oğuz Atay’ın mezun olduğu lisenin adını taşıyan kolejde göreve başlamış olmam… Bu bağlantıyı hala çözebilmiş değilim ama tesadüf olmadığını kesinlikle biliyorum."
"ARTIK İKİ HOBİM OLMUŞTU: YAZMAK VE ALMANCA ÖĞRETMEK"
"Kitabıma geri dönecek olursam; beş yıl süren bir çalışma içerisinde Dil ve Edebiyat dersi (Türkçe), karakter analizi, felsefi eğitimler, dramaturgi çalışmaları derken “Seni Anlamak Öyle Zor Ki” adlı kurmacamı yazdım. Kitabımın editörlüğünü üstlenen Ruteba Hoca’mın sözü hala çınlar kulağımda: İlk yılı kastederek “Öğrencim olduğun ilk dönemler beni çok korkutuyordun, anlamıyordun ve itiraf ediyorum ben de ne yapacağımı bilemiyordum ama nerelere geldik, asla tahmin edemezdim.”. Bu söz benim motivasyonum olmuştu.
Belki çoğu kişi için gereksiz bir çaba gibi veya gayet basit görünebilir ama ben yüzme bilmezken, okyanusun ortasından karaya kadar kulaç atmış gibiydim.
Yorulduğum, tıkandığım, tek satır bile yazamadığım dönemlerde Almanca hikayeleştirmeler de yazıyordum. Böylece araya Almanca kaleme aldığım okullarda ek kaynak olarak okutulan iki tane hikaye kitabı eklemiş oldum.
Kurmacamı yayın evlerine basılma ümidiyle gönderdim. Pandemi gerçeği, basım maliyetleri engeliyle karşılaştım. Fakat ümidimi yitirmedim ama boşluktaydım: Kitap bitmiş, zaman boşa çıkmıştı. Yazma hazzını tekrar yaşamalıydım. Ama nasıl? Ne yazayım? Fikir oluşuyor ve çürüyordu. İlk defa o zaman sordum kendime yazarlar bu kadar konuyu nereden, nasıl buluyorlardı? Hocam, “Kendini serbest bırak, algılarını aç.” önerisinde bulundu. Söz dinledim. Yine çok geçmedi bir sohbete kulak misafiri oldum, sohbet konusu beni çok etkilemişti. Bir anne bir yandan kahvesini yudumluyor, bir yandan oğluyla yaşadıklarını anlatıyordu. “Peripeteia çalmış kapısını.” diye geçirdim içimden. Evet bazen bir şeyin hayali kurulur. Ona ulaşmak için var olan güç, zaman, para hatta sevilenler harcanır, belki de sevilenler tarafından harcanılır ve o hayale kavuşulur. Ne yazık ki baht döner ve hayal edilenin geçekle veya şimdiyle alakası yoktur. Bu süper anne ile kız kardeşim sayesinde bağlantı kurdum, zihnimde yazılmayı bekleyen noktalar ile ilgili bilgilendirmeleri benim için çok kıymetliydi. Yazmak için kendisinden izin aldıktan sonra ikinci kitabımda “Peripeteia”yı, baht dönüşünü işlemeye çalıştım. Biraz gerçek, biraz kurmaca olan ikinci eserim bitmek üzereyken, 2021 de “Seni Anlamak Öyle Zor Ki” basıldı. “Peripeteia” ise 2022 de okuyucuyla buluştu. Tarifi zor mutluluklar üst üste geldi.
Öğretmenliğimin onuncu yılında darısı üçüncü romanıma…"