Gecenin tam yarısıydı, kentlerin en başı olan Ankara’dan yola çıktığımda. Yüzlerce kilometrelik uzakta, binlerce yıl önce tarih sayfasında yerini alan Çanakkale/Eceabat’a doğru çıkılan yolda, yıldızların altında keyifle tüttürülen sigaranın dumanında…

Ece Yakup tarafından abat edilen ilçeye Çanakkale’den kalkan feribotla (arabalı vapur) ulaştık. Kilitbahir’e doğru denizin boğazı keserek ilerleyen feribota martılar arkadaşlık ediyordu. Bir martı kanatlarını rüzgâra karşı açtı ve havada asılı kalmış görüntüsü ile bize akrobasi gösterisi yaptı. Bu küçük gösteriyi bir sardalya ile ödüllendirmek vardı ancak bizde sardalya yoktu…

Deniz dalgalı, hava rüzgarlıydı. Biraz ıslak, asık, biraz da gergin bir çehreye bakmak gibi bir şeydi. Bedenlerimizi yol yormuş, deniz sallamıştı.

Büyükçe bir defne ağacının yanı başında kurulan bir zamanlar hastane, okul, yurt binası olarak da kullanılan kamp merkezine yerleştik. Şimdilerde kullanım süresini ve amacını dolduran binanın yıkılacağı ve yerine daha modern ve kullanışlı bir bina yapılacağı bilgisine de orada sahip olduk.

Yaşlı, yorgun ve her tadilattan sonra makyajlanan yüzü ile konuklarını ağırlayan bu tarihi binada ikinci konukluğumdu.

Belli tarihlerde yapılan törenler ve anma günlerine gelen yerli/yabancı ziyaretçiler dışında tenha olan bu küçük ilçenin küçük meydanında sahil kenarında bir çay bahçesinde çaylar içildi. Limana yanaşan feribotların dalgalandırdığı denizden gelen rüzgârın serinliğinde.

Bahçede bulunan defne ağacı rüzgâra verdiği yapraklarından kokular yayıyor geceye ve içime. Bir kedi yavrusu sandalyenin üzerinde mırıltılar çıkararak uyuyor. Feribotta, bize hoş geldin gösterisi sunan martıyı hatırlıyorum.

Gülen yüzler, mutlu gözler…

Bir ılıklık, tazelik, her şeyde bir iyilik hali var.

Sonra güzel bir haber alıyorum. Duran’ın kızı Nergiz dünyaya gözlerini açıyor.

Bitene yanmayı erteleyip, yeni başlayana mutlanıyorum.

Kilitbahir (denizin kilidi) boğazın iki yakasının birbirine en çok yaklaştığı yeri. Fatih tarafından boğazın güvenliğini sağlamak amacıyla yaptırılan Çimenlik ve Kilitbahir Kaleleri denizin kilit noktasına kondurulmuş top işlemez yapılar olarak tarih sayfasındaki yerlerini almışlar. Onları birbirinden ayıran boğaza inat kavuşamayan iki sevgili gibi bakışıp duruyorlar.

Görevini layıkı ile tamamlamış surlar ve burçlar hala dimdik ayaktalar.

Yakınına gelene kadar bir tepeden farksız olan Namazgah Tabyası’na düşen bombanın verdiği hasar ancak cürmü kadar.

Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe’de gökyüzüne doğru kırk iki metrelik bir anıt yükseliyor. Hayatını kaybeden iki yüz elli üç bin askerimizin anısına. Bandırası ne olursa olsun anıtın önünden gelip geçen gemiler saygıya duruyor.

Rehberimiz, tarihi yarımadanın her karış toprağını şehit kanı sulamış, diye anlatmaya devam ediyor. Morto Koyunun kan kırmızısına kesildiğini söyledikten sonra.

Mehmetçik ile yanyana yatan şehitler için Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerini okuyoruz:

“Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar. Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlarda evlatlarını harbe gönderen analar. Göz yaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Emperyalist güçlerin akıl almaz ve doymak bilmezliği yüzünden kandırarak Çanakkale’ye getirip burada ölüme terk ettiği farklı milletlerin anıt mezarları ve şehitliklerini de geziyoruz…

Zıhındere Vadisi’nin kuzeyinde Sargı Yeri Şehitliği olarak ölümsüzleştirilen mekânda binlerce yaralı ve onlara yardım eden sağlık ekibinin şehit edilmesiyle savaşın yüzünün ne denli korkunç ve acımasız olduğu görülmüştür. Emperyalizm denilen canavar kendi yaralı askerini dahi yutacak kadar çirkin ve vicdansızdır…

Seyahatimize arabada devam ediyoruz. Bir sessizlik oluyor. Sert bir şeye dokunur gibi ele gelen sessizlik. Radyodan hisli, buğulu bir ses yükseliyor:

“Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni

Of gençliğim eyvah”

Kafileden kimse konuşmuyor. Onlarca yürek içinden, derinden, sessizden ağlıyor. Cephede, siperlerde, kaya diplerinde, ağaç altlarında, orman kuytularında, vadilerde on dört, on beş yaşların çığlıkları…

“Çanakkale içinde bir uzun selvi

Kimimiz nişanlı kimimiz evli

Of gençliğim eyvah”

Anzak Koyundan sonra gittiğimiz savaş müzesinde tanıştığımız Hayri Amca akşama misafirimiz olacağını ve bana bir hediye getireceğini söyledi. Tarihi yarımadayı ziyaret eden grupların liderlerine bu hediyelerden takdim ediyormuş.

Merak ettim, akşama çaya geldiğinde vereceğini söylediği hediyeyi…

Gün batımından sonra konakladığımız tesisin bahçesindeki defne ağacının altında çayımızı demledik. Hayri Amca, tam da söyledi saatte geldi. Altmış yaşlarında, hiç evlenmemiş birisi. Elini cebine soktu ve avucunun ortasında bir demir misket çıkardı. Bir kurşun çekirdeğiydi. Müzede sergilenen kafatası kemiğine saplanmış misketin benzeri olduğunu söyledi.

Sonra ikisi parçalanmış biri sağlam üç adet mermiyi gösterdi.

Bunların doksan beş yıllık savaş kalıntıları olduğunu ekledi. Bu tür kalıntılara arazide dolaşırken denk geldiğini ve Çanakkale Şehitliklerini ziyarete gelenlere verdiğini anlattı. Neden, bunu yaptığını sordum. Çanakkale’yi unutturmamak adına olduğunu söyledi. Elinde tuttuğu savaş kalıntılarına iyi bakmamı tembihledi.

O konuşurken ben denizi andıran gözlerine baktım. Hayatta iken kendisine biçtiği misyonu düşündüm. Anadolu’nun her bucağına gönderdiği savaş hatıralarının aslında kendisini de yaşattığını…

Sigarasını yaktı, çayını içti. Sonra aksayan sağ ayağının üzerine yıkıla yıkıla yürüdü gitti. Elimde tarihin seyrini değiştiren, yüzbinlerce kişinin ölmesine neden olan bir savaştan kalan ve beş yıl sonra bir asır yaşında olacak emanetleri bırakarak…

Çanakkale’yi geçebilen sadece silah ve top mermileriydi. Onlardan bir kısmı körpe bedenlere, bir kısmı toprağa saplanıp kaldılar.

Hayri Amca’ya ve Çanakkale’de yatan isimsiz kahramanlara sonsuz saygı emaresi olarak bu hediyeleri evimin başköşesinde saklayacağıma kendi kendime söz verdim.

Sabaha karşı evimin bulunduğu kente döndüm. Kentlerin en başı, başkent…

Geceden sabaha derilen bir günün yorgunluğu mu yoksa duyduğum efsanevi yaşamların yoğunluğu mu bilemiyorum suskundum…

Söz biter konuşulmaz, yazılmaz…

İlyas Ali DAŞTAN